KATEGORİLER

16 Aralık 2016 Cuma

BİR YIL DAHA GEÇTİ

16/12/2016 Cuma, Tire
Bugün tam bir yıldır günlük yazmış olacağım. Genellikle aynı gün ya da günün bittiği gece yazmaya çalıştım. Yaşadıklarım hafızamdan silinmeden kayıt düşmem açısından önemliydi bu. Gecikerek yayınladığım günceler ise internet bağlantısının sekteye uğradığı günler oldu. Ancak yine de notlarımı en fazla bir gün gecikmeyle bilgisayarıma yazmıştım.

Şöyle dönüp geriye bakınca bir yılın hem kısa, hem de uzun bir süre olduğunu görüyorum. Günlük olayı bir çok bakımdan işe yaradı. Kızım trafik kazası nedeniyle ödenen kasko bedeline değer kaybı için sigorta şirketine dava açmış ve kazanmıştı. Ben de aynı yoldan gideyim dedim. Kazayı ne zaman yaptım? Açtım, günlüğüme baktım. Hem kazanın tarihini hem de resmini bulup, avukata gönderdim. Bazen iyi oluyor eski tarihli yazılarımı okumak. Hemen hemen hiç boş günüm yokmuş geçtiğimiz sene boyunca. Şimdi yeni bir merak doğdu içimde. Günlüğümü yazarken geçen senenin aynı günü ne yapmışım dönüp bakmayı düşünüyorum.

Önümüzdeki günlerde geçirdiğim bir yılın değerlendirmesini de yapmak isterim. Bakalım zaman ne gösterecek... Gözümüzden kaçan ya da kaçırmaya çalıştığımız bir husus daha var ki o da ömrümüzden bir yılı daha tüketmiş olmamız.

Sabah daha erken bir saate kurdum saati. Küçük Pazardan alacaklarım var zira. Elemanları bekletmemek için acele etmem lazım. Pazarı çabuk yaptım. Salı Pazarına göre daha rahat park imkanı var. Bunun yanı sıra erken çıkmam da avantaj oldu. Adnan Şef ile buluşma yerimize geliyorum. Birkaç dakika sonra yayla yolundayız. Yolu yarılamışken çalan telefonumun ekranında Aşkın Şef yazıyor. Kapıda bizi bekliyormuş. Dünden belliydi Hüseyin'in gelmeyeceği. "Az sonra oradayız." diyorum. 

Hüseyin hakkında bir şeyler yazmak gelmiyor içimden. Yazsam da iyi şeyler olmayacak zaten. Devamlı bir misafirimiz onun yüzünden gelmez artık bir daha. Kendi adımıza da bir öğreti oldu dün yaşadıklarımız. Mesai saatinde personel alkol alamaz kuralını biraz daha katılaştırmak gerekliymiş. "Çalışan, misafir olarak bile gelse alkol alamaz." daha doğru bir kuralmış meğer.

Pazar alışverişini boşaltıyoruz mutfak tezgahına. Adnan Şef temizlik işine girişirken Aşkın Şef yeni mezeler hazırlamaya başlıyor. Ben de bahçeyi boylu boyunca dolaşıyor, etrafta ne kadar kirlilik yaratan nesne varsa büyük bir çuvala topluyorum. Taş Ev'in altında unutulmuş bir muşmula ağacındaki meyveleri kopartıp keyifle yiyorum.

Hava düne göre sanki biraz daha iyi. Sular donmamış bu kez. Bunun sebebi sadece havanın ısınması mı acaba? Musluklardan birini açık bırakmıştım, o mu sebep yoksa? Geceleri hava sıcaklığının sıfırın altına düştüğü kesin. Bahçede atık poşetlerin içinde kalan yağmur suları buz kalıbı olmuş dökülüyor. Her akşam hidroforu kapatsam iyi olacak.

Salonu biraz daha süslüyorum. Bahçede dolaşırken Handan Hanımın önerdiği kuru dallardan topluyorum. Biraz kurdele almam gerekir bunları bağlamak için. Dalları şimdilik kapıdaki kayısı ağacının dalları arasına sıkıştırıyorum.

Zeytin büyüdükçe kontrolü zorlaşıyor. Çeke çeke boynundaki zincirin kilidini bozmuş Uğraştım ama açamadım. Zaten açmama da müsaade etmedi. Yerinde duramıyor. O kadar proteinden sonra gayet normal tabii bu durum.


15 Aralık 2016 Perşembe

SULARIMIZ DONDU AMA SALONUMUZ SICAK

15/12/2016 Perşembe, Tire

Yine taş olmayan evimizde geçiriyoruz geceyi. Sabahları çok erken kalkmamak hoşuma gidiyor. Eşimin seslenmesi ile gözlerimi açıyorum. "Keşke daha önce uyandırsaydın." diye iç geçiriyorum. Bugün de eşim olmadan çıkıyorum yaylaya. Hava çok soğuk. Buraların soğuğu ne Ankara'nı soğuğuna ne de Erzurum'un soğuğuna benzer. Adamı hemen hasta eder. Önce bir güzel üşütür, hapşırmaya başlarsın. Fark edersin hasta olacağını ama iş işten geçmiştir.

Hemen hazırlanıp evden çıkıyorum. Yolda arabama yakıt alıyorum. Kasaptan da et almam gerek. Telefon edip etleri hazırlamalarını söylüyorum. Ne kadar söylesem boş. Sabah yoğunluğunda sıra gelmemiş daha. Ben gittikten sonra hazırlıyorlar siparişimi. Adnan Şef'i arıyorum. Az sonra geliyor, birlikte hale gidip bir kasa domates alıyoruz. Ekmeğimizi alıp yaylaya çıkıyoruz.

Arabanın göstergesinden harici sıcaklığı -2 derece olarak okuyorum. Dün çıkmadan önce hidroforu kapatmıştım, buz tutup tankı çatlamasın diye. Galiba bunu iyi düşünmüşüm. Zira çeşmelerden su akmıyor. Hatlar donmuş hep. Beklediğim bir şey bu. Hemen Hüseyin'e açıkta kalan su hatlarını toprağın altına gömmesini söylüyorum. Su deposunun olduğu yere gidiyoruz. Depodan taşan su havuza akıyor. Akan su donmamış. Deponun altındaki vanalar donmuş olmalı. Üstlerini örtmesini istiyorum. En azından gece boyunca bir çeşmeyi açık bırakmakta fayda var, donmayı önlemek için. Bu akşam denemeli bunu.

Suların çözülmesini beklemekten başka yapacak bir çaremiz yok. Havuz başı güneşli. Aşkın Şef bir çuval ceviz getiriyor depodan. Bir yandan cevizler kırılıp ayıklanırken havuz başında güneşleniyoruz. Soğuk havaya rağmen üzerimizdeki güneş sırtımızı yakıyor. Bir saat kadar sonra çeşmeler akmaya başlıyor. Hüseyin dışarıda tesisatı toprak altına gömerken nasıl olsa bu soğukta kimse gelmez diye salondaki şömine sobayı yakmayı ihmal ediyor. Beklemediğimiz bir anda iki arabalık bir aile geliyor. Bir de küçük çocukları var yanlarında. Neyse ki şömine sobamız çabuk ateş alıyor ve salonu ısıtıyor. Misafirlerimizi üşütmeden ağırlıyoruz. Daha önce misafir ettiğimiz aile İzmir'den gelen anne ve babalarını getirmişler bu sefer.

Akşama Ödemiş'ten misafirlerimiz olacak. Ödemiş, Bayındır ve Torbalı'dan gelen misafirlerimizin sayısı az değil ve bizden fazlasıyla memnun kalıyorlar.

Hüseyin boruların gömme işini bitirdikten sonra odun kesiyor. Akşamın erken saatlerinde izin istiyor. Gittikçe mesai süresini kısalttığı için çıkışıyorum. "Aramızda bir saatin lafımı olur amca?" deyince kopuyorum ama ona belli etmiyorum.

Şehre inmem gerek. Hazır inmişken biraz daha yılbaşı süsü alayım diyorum. Uğradığım yerlerde fiyatlar pahalı. İncik boncuk şeylere dünya kadar para istiyorlar. Yılbaşından sonra kimse dönüp bakmayacak. Bir de buraya bakayım diye Migros'tan içeri giriyorum. Arkamdan biri sesleniyor. Tesadüfen eşimle karşılaşıyorum. Birlikte çıkıp onu eve bırakıyorum. Yaylaya döndüğümde biraz süslerle uğraşalım diyoruz. Misafirler gelmeye başlayınca apar topar toplanıyoruz.   

Misafir siparişlerinden biri depoda. Ancak anahtarı bulamıyoruz. Hüseyin'i arıyorum. Anahtarı yanında götürmüş. "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker." deyip anahtarı getirmesini istiyorum. Arkasında arkadaşı olduğu halde motosikletine atlayıp geliyor ayakları yorulmadan. Depoyu açıp anahtarı yerine bırakıyor. Bir numaralı masayı boş görünce "Bu masa benim bu gece, müsaade edersen." diyor. Bir otuz beşlik söyleyip arkadaşıyla geçiyor masanın başına.

Hava dışarıda soğuk. Salonumuz sıcacık, fonda Dalida'dan "Parole Parole". Misafirler mutlu...

14 Aralık 2016 Çarşamba

KOCA ŞEFİ UNUTTUK

14/12/2016 Çarşamba, Tire

Eşim kararsız bugün. Taş Ev açılalı beri uzak kaldı arkadaşlarından. Gündüz saatlerinde fazla gelen giden olmuyor zaten. "Ben gelmesem nasıl olur?" diye sordu. "Peki kendini daha iyi hissedeceksen gelme o zaman." dedim. Haftalık personel toplantımız var bugün. "Sen yaparsın toplantıyı, bana gerek yok." der demez aklına salamuraya yatıracağı zeytinler geldi. "Yok" dedi. "Benim de gelmem lazım."

Uzun zaman oldu böyle dinlenmeyeli. Dinlenmek biraz tembelliğe alıştırıyor insanı. Oturduğumuz evin altındaki kafelerden birinde kahvaltımızı yaptıktan sonra çıktık yola. Havalar iyice soğudu. Hüseyin bahçe kapısını açmış. Yerdeki su birikintileri donmuş. Demek ki sıcaklık geceleri sıfırın altına düşüyor artık.

Toplantı yapacağız bugün personelle. Adnan Şef o zaman düşüyor aklıma. Eşime "Niye almadık Adnan'ı gelirken?" diye soruyorum. Birbirimize bakıp gülüyoruz. Şansı varmış eşimin. Zeytinlerin nasıl yapılacağını gösteriyor personele. Adnan'ı almaya giderken onu da alıp eve bırakıyorum.

Ağaçlarda neredeyse hiç yaprak kalmadı. Önümdeki pencereden kayısı ağacına, erik ağacına bakıyorum. Sadece iki üç kuru yaprak ağaca tutunmuş, yerçekimine direniyor hala. Dallar çiçeğe tomurcuklanmış. Bu mevsimde iyi değil bu. Daha ne donlar ne soğuklar görecek. Kiraz da, şeftali de  aynı durumda.

Şömine soba yanıyor yanı başımda. Salonda toplanıyoruz. Temizlik, hijyen, misafir ilişkileri, tasarruf, israf konularında ikaz ediyorum personeli. Toplantıdan sonra Hüseyin odun kesmeye gidiyor.

Gün boyunca Taş Ev meraklılarını ağırladık. Civarda yer alıp taş ev yapımına girişenler, nasıl bir yer acaba deyip gelenler, grup yemeği vermeyi düşünenlerin uğrak yeri oldu bugün.

Akşama doğru Hüseyin izin istiyor. Anladık artık. Ya bahçe işi ya da garsonluk diyor. İki tane odun kırınca saat beş, paydos. Neyse ki hafta arası ona çok ihtiyaç olmuyor. Boş boş bekleyeceğine tarla bahçe işiyle uğraşsın bari.

Eşim tam bir iyilik meleği. Geçen sene konuştuğumuz kestane toptancılarından biri harıl harıl kestane arıyor. Biz hepsini sattığımız için komşulardakini soruyor. Birkaç gündür seferber olmuş eşim, toptancıya kestane arıyor. Ne komisyon alacak ne de başka bir çıkarı var. "İnsanlık adına" diyor. Bugün de Cambaz Ali'yi aramamı istedi. Toptan fiyatı dokuz liraya çıkmış. Biz gömüyü açmasaydık altı liraya düşerdi kesin. Cambaz Ali kestaneyi yarıcıya vermiş, cumartesi günü açacaklarmış gömüyü.

Hala kitap okuyamıyorum. Bu gidişe bir son vermem, hayatımı yeniden düzene sokmam lazım artık...

MASANIN BU TARAFI

13/12/2016 Salı, Kuşadası

Bugün tatil günümüz. Pazar alışverişinden önce Taş Ev'imizle hemen hemen aynı günlerde faaliyete geçen bir kafede kahvaltı ettik. Aklıma "masanın karşı tarafı" anekdotu geldi. Meslek hayatımda masanın hep bu tarafında oturdum. Karşı tarafımda oturanlar genellikle devlet memuruydu. Genç yaşlarımda kamu kurumu yetkilileri, onlardan haklı bir talepte bulunduğumda bana karşı koyacak haklı bir neden bulamazlarsa eğer, "Sen masanın karşı tarafında oturdun mu?" diye sorarlardı. "Hayır, oturmadım." derdim. Bu sorunun altında yatan gerçek şuydu: İstediğin yönde karar verirsem bunu amirlerime, müfettişlere, Sayıştay denetçilerine anlatamam, soruşturma geçiririm. Bu korkunun esas nedeni kurumu zarara sokacak bu talebin kendi yanlış kararlarından kaynaklanmış olmasıydı.

Bu kez masanın bu tarafına geçtik. Kahvaltılıklar, çaylar önümüze geldi. Bize hizmet eden kafe sahiplerinin gözlerindeki mutluluğu okuduk. Bizi tanımadılar, biz de tanıtmadık kendimizi. "Buralı mısınız?" diye sordu biri, bizim bazen gelen misafirlere sorduğumuz gibi. "Evet" dedik sadece. "Sizi daha önce hiç görmedik." dediler. Kalkarken tanıttık kendimizi. Biz de sizi ziyarete geleceğiz dediler. Kafelerin kardeşliği... Hak ettikleri beş yıldızı verdik facebook 'ta. Hayır, torpil yapmadık, gerçekten iyilerdi. Aslına bakarsanız bakış açısı. Çekilen sıkıntılar ortak olunca biraz daha anlayışlı oluyor insan. Mesela biz kahvaltımızı yaparken tadilat vardı hemen yanımızda. E, burası beş yıldızlı otel değil ki o katı kapatasın.

Pazar alışverişi kısa sürdü. Oradan matbaacıya uğradık, kartvizitim bittiği için yenisini hazırlamalarını istedim. Öncekinin aksine "Bu sefer fon beyaz olsun." dedim. Bir dost tavsiyesine uyup yönümüzü Kuşadası'na çevirdik. Uzun zamandır ihmal ediyorduk bu şirin beldeyi. Akşama doğru tavsiye edilen Davutlar yolundaki et lokantasına vardık. Bahçede lokantaya adını veren 800 küsur yaşında bir çınar ağacı karşıladı bizi. Yine masanın bu tarafında olmanın rahatlığı içinde etrafı gözlemlemeye başladık. Sol tarafta bütün kuzular ateş üzerinde çevriliyor. Özellikle mezeleri övülmüştü. Salonun ortasındaki kocaman ocak üzerinde iri kütükler yanıyor içeriyi ısıtıyordu. Dışarının soğuğuna aldanıp şömine adını verdikleri ocağın hemen yanındaki masaya oturduk ama kısa zamanda aşırı sıcaktan rahatsız olduk.

Meze vitrini bizimkine benziyordu. Yan tarafta tatlılar ve meyveler için bir bölüm daha ilave etmişler. Dört meze seçtik. Her birimiz farklı yemek söyledik. Buraya gelmemizin bir nedeni değişik bir şey yapma arzusu, bir diğeri ailecek güzel bir yemek beklentisiydi. Gizli niyetimiz ise aynı sektörde faaliyet gösteren bizler için eksik ve fazlalarımızı görmekti. Masaya oturur oturmaz garson bizimle ilgilendi. Bu önemli bir ayrıntı aslında. Bizdeki bazı durumlarda mutfaktan başka bir masanın siparişini götürmeye çalışan garsonun salona geç geldiği, bu nedenle misafirlere yer göstermekte gecikildiğini konuştuk. Böyle durumlarda zaman zaman bizzat kendim devreye girsem de gözden kaçan durumlar oluyordu zaman zaman. Belki bu konuda Hüseyin'i de ikaz etmek gerekecek.

Yemek salonu, tuvaletler, mutfak pırıl pırıldı. Tam puan aldılar bu konularda. Mezelere gelince; Fiyatlar bizim meze fiyatlarından % 15  daha düşüktü ancak porsiyonlar bizimkilere oranla çok daha küçük. En önemli eleştirim menü sorduğumda menülerinin olmadığını ancak ağız yoluyla bana söyleyebileceklerini ifade etmelerineydi. Böylesine güzel bir işletmeye yakıştıramadım. Mezeler fena değildi ama lezzet olarak bizimkilerin yerini tutmadı. Bunun nedeni Aşkın Şefin zeytinyağı ve lezzet verici diğer malzemeleri kullanmada elinin bolluğu olabilir. Yapılan keyifle yendiğinde problem yok. Ancak geri gelip çöpe atılan konusunda çok katıyım.

Sıcakları söyledik. Medium pişmiş dana antrikot istedim. Tam zamanında gelen servis tabağında garnitür olarak patates kroket ve brokoli ile pirinç pilavı vardı. Bıçağı vurduğumda kolayca kesilen etin rengi, olması gerektiği gibi, pembemsiydi. Ağızdaki yumuşaklığı ve lezzeti yerindeydi. İkinci tabak olarak tandır dedikleri kuzu çevirmeyi denedik. Altından ısıtmalı biz düzenek içinde bakır kapta sunulan et gerçekten tandır kıvamındaydı. Her iki et yemeğini de kusursuz gördüm. Üçüncü tabak konusunda aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. O kadar güzel et yemeklerinin yanında ızgara köfte sönük kaldı. Parmak patates eşliğinde sunulan ızgara köfte bizimkilerin yarısı kadar irilikteydi. İçi kırmızıya yakın pembe olmasına rağmen suyunu kaybetmiş, kurumuştu. Et porsiyon büyüklükleri bizimkilerden az değil, fiyatları ise ucuz. Izgara köfte ise porsiyon büyüklüğü ve lezzeti bakımından bizimkine göre sınıfta kaldı diyebilirim.  

Sezar'ın hakkı Sezar'a. Ziyaret ettiğimiz işletme bizden beş kat daha büyük oturma yerine sahip ve daha profesyonel. Daha uğrak bir yer olması itibarıyla ekibi daha kalabalık. Bizim bu ziyaretimiz hem gözümüzü hem midemizi şenlendirirken bize yeni ufuklar kazandırdı. En önemlisi masanın bu tarafının keyfini yaşattı.  

12 Aralık 2016 Pazartesi

YAĞMUR BEKLENTİSİ

12/12/2016 Pazartesi, Tire

Dün bir değişiklik yapıp şehirdeki evimizde geçirdik geceyi. Bu sefer Taş Ev daha bir evimiz gibi geldi bana. Şehirdeki evimiz ise adeta bir otel odası gibi göründü gözüme. Kızım yılbaşı konulu hayaletli bir film buldu izleyelim diye. İlk çeyrek saatte uyuklamaya başladım.

Sabah yağmurlu olacağı söyleniyordu. Biraz serpiştirdi o kadar. Fırtınaya dönüşen rüzgar bir türlü yağmur doğurmadı. Yağmur yağması lazım artık buralara.

Kahvaltıdan sonra kızımızı uğurladık İzmir'e. Yaylaya çıktık. Kapı açık olduğuna göre Hüseyin gelmiş olmalıydı. Temizliğe başlamadan önce Zeytin'i serbest bırakmış. Bizimki bir sağa bir sola depar atıyor.

Hemen çıkmam lazımdı. Her şeyden önemlisi sol yanımdaki köprü dişim düşmüş yine tek tarafla idare etmeye çalışıyordum. Hatta sabah tesadüfen karşılaştığım diş doktoruma "Benim dişler sizi çok sevdi" diye takılmıştım. İlk iş olarak gidip dişlerimi yaptırdım.

Yağhaneye uğrayıp yağlarımızı aldım. İki sene öncesinin üçte biri kadar yağımız oldu bu sene ama yine de beklediğimizin üzerindeydi. Havanın kuraklığı mı, çiçek zamanı sıcak bir rüzgarın değmesi midir sebep yoksa bizim şanssızlığımız mı bilinmez az çıktı yağımız. Dışarıdan yağ almak biraz dokunacak bu yıl bize ama kısmet, ne diyelim.

Akşam üzeri güzel bir teklif alıyoruz. Slow Food Terra Madre programı kapsamında bir yemek organizasyonu durumu var ki tanıtım için güzel bir fırsat.

Arayıp yılbaşı programını soranlar, rezervasyon yaptırmak isteyenler var. Yılbaşı çamımız ve sürpriz hediyelerimiz hazır. Biraz daha süsleyip güzelleştirmemiz lazım Taş Ev'imizi.

BAĞIRIN BEYLER

Terör yurdumuzun her köşesine yayılmış. Üzülüyor muyuz? Elbette. Ancak hayatını kaybeden ya da yaralanıp sakat kalan insanların ailelerine düşen ateşi ne kadar hissedebiliriz içimizde. Bizim üzüntümüz o ailelerin çektiği acının yanında nedir ki?

Elimize bayrakları alıp "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" diye bağırınca ölen insanlar geri mi geliyor? Ya da yüksek yerlerde oturan idarecilerin "Yanlarına bırakmayacağız, misliyle karşılıklarını alacaklar." beyanları ne kadar su serpiyor yüreklere. Ölenlerin eşleri, çocukları, anneleri, babaları ailelerinde bir şehit olduğu için çok mu mutlu oldular?

Uzun seneler önce bir PKK tuzağına kurban verilen İzmirli bir yedek subayın acılar içindeki annesinden duymuştum ilk kez. "Hayır, vatan sağ olmasın, benim evladım sağ olsun"

Büyük bir aldatmaca bu. Ben olaya çok farklı bir gözle bakıyorum. Belki de umursamazlığım bundan. Oğlunu genç yaşında teröre kurban vermiş, yüreği yanan bir ananın milyonda biri kadar olur mu üzüntüm? Her gün bir yerlerde patlıyor bombalar, silahlar. Ülke bayram havasında (!) Her tarafa bayraklar asılmış. Galata Köprüsü ışıklara boyanmış, duvarlarına Türk bayrağı yansıtılmış, köprüler ışıklandırılmış, her bina bayraklarla süslenmiş. Caddelerden motosikletli gruplar, taksiler geçiyor korna sesleriyle, bayraklarını sallayarak. Terörü protesto ediyorlar, birlik mesajı veriyor (!) Anlayan kim?

Cumhurbaşkanı, Sağlık Bakanı ile yaralı ziyaretinde. Yaralı polislere moral veriyor. "Bir tarafım ağrıyor deme sakın, nişanlın üzülür sonra."  Diğer bir yatağın yanına gidiyor. Yaralı çevik kuvvet polisi başını kaldırıyor. "İki çocuğum var Sayın Cumhurbaşkanım." Eziliyor karşısında, gözlerini indiriyor ve devam ediyor. "Ama üçüncüyü de yapacağız İnşallah." Cumhurbaşkanı "Olmaz" diyor. "Üç tane yetmez en az beş tane yapacaksın."

Bol bol çocuk yapın. Teröre kurban edecek çok insan lazım. Siz yapın biz öldürelim, adına şehit diyelim. Bir zamanlar Irak-İran savaşı vardı. Amerika ve diğer silah tüccarları her iki ülkeye de silah satıyordu el altından. Savaşın sonunda sınırlarda en ufak bir değişiklik olmadı. Olan sadece masum yüzbinlerce cana oldu. Füze atışları oluyordu ülkelerin birbirlerine. Füze hedefi belli olmayan bir yere düşünce onlarca kişinin canını alıyor, sakat bırakıyordu. Bir füze o taraftan, bir bu taraftan. Dünya bu manzarayı uzun süre seyretmişti timsah göz yaşlarıyla. Orada da her ölen kişinin aileleri çekti acıyı. Enka'daki koordinatör göndermek istemişti beni Irak'taki baraj inşaatına. Savaş halindeki bir ülkeye gitmem konusunda beni ikna etmek için "Ben her ay gidiyorum, füzenin isabet olasılığı çok düşük" dediğini hatırlıyorum. Savaş bitene kadar gitmedim. Ülkenin durumu farklı değil. Savaş ortamında yaşıyoruz. Füzelerin düşme olasılığından daha fazla bir yerde canlı bomba patlaması ya da görevini yapan güvenlik güçlerinin bir pusuya düşürülmesi.

Ne yapalım. Üzülelim mi? Üzülelim mi FETÖ örgütünün darbe gecesi öldürdüğü insanlara? Üzülelim mi İsrail karasularına giren Marmara gemisindeki kahraman şövalyelere? Ne oldu şimdi. İsrail ile durumlar iyi. Değil mi? Ya ölenlerin ailelerindeki durum. O hayatını kaybeden gençlerin annelrine bir sorun bakalım unutmuşlar mı oğullarını?

Üzülmek durumu düzeltmiyor. Size bir sır vereyim. Şehitler de ölüyor. Bana inanmıyorsanız gidin anne babalarına değil, onların yüreklerine sorun. Ne mi yapın? Biraz kafanızı çalıştırın sadece, başka bir şey istemiyorum.

Doğal değil bu terör meselesi. Yani bu kadar kangrenleşmesi. Neden Amerika'da, Avrupa'da yok. Kaç yıldır ülkenin insan kaynakları, ekonomisi zarar görüyor. Kimdir bu işin sorumlusu. Elbette siyasi iktidar. Garip olan şu ki, kimse bunu görmüyor. Canlar gittikçe siyasi iktidara destek artıyor. FETÖ ile ortaktılar. Bütün ülkeyi teröristlere teslim ettiler. Askerin gücünü kırdılar. Uçak kullanacak pilotumuz kalmadı. Kandırıldık deyip sıyrıldılar işin içinden.

Ülkeyi bölmek isteyenleri sınırdan törenlerle karşıladılar. Onların kim olduklarını sormayın. İşte canlı bombaları gönderenler onlar. "Açılım" dediler, valilere emir verdiler. Dokunmayın onlara dediler. İlçeleri cephane yaptırdılar. Sonra onca insan malını mülkünü bırakıp terk etti topraklarını. Terk edilen ilçeleri kurtarınca muzaffer oldular. Halkımız neden görmez bunları.

Bu takımın gücü PKK ya değil gezi olaylarında gözlerinden zeka fışkıran pırıl pırıl gençlere yeter. Çünkü onların silahı bombası yoktur. Zeka değil kaba kuvvet söker ancak onlara. Ülkenin bir avuç zeki çocuğunu öldürdüler, öldüremediklerini sindirdiler. Şimdi sokaklarda bir yığın insan düşünmeyen, düşünemeyen, düşündürtülmeyen... Ellerinde bayraklar. "Şehitler ölmez, vatan bölünmez." Bağırın, bağırın bayanlar, beyler. Ne şehitler ölecek ne de vatan bölünecek siz güzel bağırırsanız eğer.   

11 Aralık 2016 Pazar

MEVZUAT HANIM

11/12/2016 Pazar, Tire
Kahvaltıya İzmir'den kalabalık bir grup rezervasyon yaptırmıştı. Adnan Şefi almak üzere erken yola çıkmam lazım. Saat dokuzda telefon ediyorum. Cevap yok. Beş on dakika sonra dönüyor bana. Uykudan yeni uyanmış. Akşam ayrılırken onu saat onda alacağını söylemişim meğer. Üst üste iki gün aynı şey oluyor. Erken aramamın bir sebebi İzmir'den gelecek grubun telefon edip yola çıktıklarını söyleyerek beni panikletmesi. Hüseyin'i arıyorum. Önce onun telefonu da cevap vermiyor. Beş dakika sonra geri dönüp işyerinde olduğunu söylüyor. Saate bakıyorum, misafirler yarım saat sonra gelmiş olacaklar. Adnan Şef buluşma yerine gelir gelmez çıkıyoruz yaylaya.

Masalar düzenleniyor. Kahvaltılıkları zaten hazırlamış eşim. Sadece servis açıldıktan sonra küçük kahvaltı tabakları yerleştirilecek. Bir çeyrek saat içinde her şey hazır oluyor.
Aşkın Şef de zamanında geliyor.
Misafirlere vereceğimiz menü hakkında ekibi bilgilendiriyorum. Çok geçmeden misafirler gelmeye başlıyor. Her ilk gelen gibi önce bahçeyi ve binayı gezip bol bol fotoğraf çekiyorlar. Hava oldukça güzel. Gün ilerledikçe sabahın serinliği güneşin sıcaklığına bırakıyor yerini. Salonda her ihtimale karşı şömine soba yanıyor.
Gelen ailelerin hepsi kültürlü, yemeyi ve gezmeyi seven kişiler. Taş Ev'e hayran kalıyorlar. Tek tavsiyeleri bol bol tanıtım yapmamız yönünde. Bu esnada kahvaltıya gelen başka aileler de var. İlginç bir rastlantı gelen bütün misafirlerin arabalarının rengi beyaz. Daha sonra gelen iki gri renkli araba ile tılsım bozuluyor.

Dün kızımla Zeytin'i eğitim yürüyüşüne çıkarmıştık. Bugün de bir fırsatını bulursak yine çıkalım istiyoruz. Kızım Sağlık Bakanlığının ne kadar yönetmeliği varsa sıralıyor. O kadar çok kural var ki uyulması gereken. Onca yıllık tecrübem şunu göstermiştir bana. Sözleşmeler, yönetmelikler, yasalar sadece güçlü olana işler. Eğer niyet yok etmekse karşısındakini, hepsi birer araçtır sadece. Memurun niyeti olsun işyerini kapatmaya yeter ki. Mutlaka açık bir noktanı bulacaktır. Vergide de durum aynı belediyede de. Bazen siyaset girer işin içine bazen ticaret. Çoğu denetçi niye denetlediğini bilmez bile. "Mevzuat efendim, mevzuat" der durur. Bu açıdan taş duvar içinde bakır gaz borusunu geçirmek için bıraktığım boruyu beğenmeyip ahşap doğramada delik açtıran itfaiyecilere benzerler. Her ne kadar istisnalar kaideyi bozmasa da yönetmelikleri çok abartılı ve işgüzar bulur, onları memurun elini güçlendirmek için bir araç olarak görürüm. Yönetmelik maddelerinden biri de şuymuş (!) Sıvı sabunluklar mikrop yuvası olduğundan her boşaldığında üzerine yenisini eklemeden yıkanıp kurutulmalıymış. Teneffüs edilen havada da mikrop var aslında. Doğrusu maskeyle dolaşmak. Kızıma "Mevzuat Hanım" demeye başlıyorum. Sanki bana inat okudukça okuyor Sağlık Bakanlığı mevzuatlarını. "Biraz daha okursan bayılacağım şimdi ."diyorum. "Denetlemede soracaklar ama bunları." diyor. Aklıma çimenlerin üzerindeki uzun yol geliyor. Uzun parke döşeli yolda bir sürü yönlendirme levhası. Ancak üzerinden geçen bir Allah'ın kulu yok. Bütün insanlar karşı tarafa geçmek için en kestirme yolu kendileri yaratmışlar. Yol olarak kullandıkları dar şeritte çimler yok olmuş üzerinde gidip gelmekten. Bir şeye uyulsun isteniyorsa çok fazla detaya girmeyeceksin. Her şey için geçerli bu kural. Yazdığın yazının okunabilir olması için kısa olması gerektiği gibi. Fazla uzatmayım bu lafımın üzerine.

Zeytin'le dolaşıyoruz. Kızım güzel fotoğraflar çekiyor.  

Gündüzün yoğunluğu yerini akşamın sakinliğine bırakıyor. Bu gecenin Mevlit Kandili olmasının etkisi büyük elbette.