KATEGORİLER

18 Nisan 2016 Pazartesi

17/04/2016 Pazar, Tire

Dere de Café
Bugün farklı bir gün. Bir şeyler yazmak istedim gün boyu. Öğlene doğru Köy Enstitülerinin 76. kuruluş yıldönümü münasebetiyle bir etkinlik olur da katılırız diye düşündüm. Bu sene nedense bir anma ya da kutlama olmadı. Belki ADD ve CHP birer plastik çelenk bırakmıştır Ortapark'taki anıta, adet yerini bulsun diye.

Öğlen geçti, hani eşim çıkıp dolaşalım biraz hava alalım demeseydi bilmem daha ne kadar kalırdım bilgisayarın başında.

İyi oldu evden çıktığımız. Hafta sonu, her taraf kalabalık. Yaylayı bir kolaçan etmek lazım. Demir kapı yapmış, kilitlemişsin, etrafına çit çekmişsin, fark etmiyor bu insanlara. Önce yoğun bir araç trafiğinin arasından sıyrılarak vardık bahçeye. Anormal bir durum yok, asayiş berkemal. İçeri giriyoruz kilitli demir kapıyı açarak. Sanki bu kapıyı kendimize yapmışız gibi. Bizden başkası kapıyı kullanmıyor ki, atlayıveriyor çitin üzerinden, tamam. 

Tanıdık birileri geliyor ben eşime yeni yaptırdığım tavuk kümesini gösterirken. Kapıda arabamı görüp durmuşlar. Buyur ediyoruz onları, gezdiriyoruz taş evimizi. Manzarası yok buranın bir başka yerde.

Çok fazla kalmıyoruz. Dönüş yolunda Derekahve'ye gidiyoruz. Derekahve'nin adını Dere de Cafe olarak değiştirmiş yaratıcı (!) halkımız. Kahvenin Deresi yani. Dere kahvenin olabilir. Kim karışır ki buna, eşimden başka. Ama eşim kızacak. "Dilimizi katlediyorlar, kimliğimiz gidiyor elden." diye söylenip duracak.

Rağbet gören yerlerden biri burası. Bahçenin tam ortasından dere akıyor. Etraf yemyeşil. Boş masa kalmamış, her yer dolu. İlçe boşalmış sanki. Herkes Kaplan, Toptepe ve Derekahve gibi mesire yerlerinde almış soluğu. Baharın son günleri artık. Yaz kapıda. Bugünün de yazdan pek farkı yok ki, gölgede tam 32 derece. Tutuyorum kendimi kilo aldıracak bir şey yememek için. Çay da içmem zaten. Eşime eşlik etmek için küçücük bir dondurma yiyorum sadece.

Bugün aradı beni mutfakçı İlhan Bey.  Programa almak istiyormuş kararımızı verdiysek eğer, malum işlerin yoğun olduğu sezon başlamış. Ona pazartesi olmazsa eğer en geç salı gününe kadar döneceğimizi söyledim. Eve döndüğümde teklifini gözden geçiriyorum.

Yarın bir şekilde su işini çözmem lazım. Bir de şu Çeşme'deki ev işi için sözleşme ve vekaletname konularını çalışmam gerek. Salı gününe yine İzmir. Sabah Çeşme, öğleden sonra yine diş hekimindeyim.

8. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
          8
    73,4
    - 1,8
     3,4

17 Nisan 2016 Pazar

YİTİRİLEN UMUT, KÖY ENSTİTÜLERİ

Köy Enstitülerinin Amblemi
Neden bugün ben böyleyim? Duygusallık tavan yapmış, sevinç, öfke, özlem hepsi birbirine karışıyor.

17 Nisan 1940  tarihinde kurulan Köy Enstitülerinin 76. kuruluş yıldönümü bugün. Köy Enstitülerini konu alan ilk yazımı yazalı tam bir yıl olmuş. Ne güzeldi o gün. Blog yazarlığımın ilk günleriydi.  Geçen yıl burada yapılan etkinlik bu sene olmadı. Olduysa da benim haberim olmadı. Yöresel gazete, sivil toplum kuruluşlarının sitelerinde tören veya anma günü düzenleneceğine dair hiçbir haber görmedim.

Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Müdürü İsmail Hakkı Tonguç döneminde Kurtuluş Savaşından sonraki en büyük hamle gerçekleşiyor. 1940-1946 yılları arasında en parlak dönemini yaşayan kurum, bu tarihten sonra  aklı kıt ve satılmış insanların gayretiyle kapatılana kadar yozlaştırılma sürecine girmiş. Müfredatın yarısı teorik diğer yarısı uygulamalı eğitimden oluşan bu nadide kurum, % 80'i köylerde yaşayan halkımızın kurtuluş destanını yaratmış.

Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy Enstitüleri, 1.308 kadın ve 15.943'ü erkek olmak üzere toplam 17.251 öğretmen yetiştirmiş. Halk tabanında bir Rönesans rüzgarı estiren bu kurumlarda öğrenci sayısı 1.500.000'e ulaşmış. Türkiye'nin 21 farklı bölgesinde üstelik hiçbir devlet desteği olmaksızın kurulan Köy Enstitülerinde ayrıca 9.000 eğitmen ve 600 köy sağlıkçısı yetişmiş. Ünlü Amerikalı filozof ve eğitimci John Dewey, bu güzide eğitim kurumlarına "hayalimdeki okullar" derken kapatılma gerekçesinin "komünist yuvası" olarak gösterilmesi trajikomik bir durumdur.

Hiç şüphem yoktur ki, eğer bu okulların önü kesilmeseydi ülkemizin gelişmişlik düzeyi, Avrupa ülkelerinden daha ileride olurdu. Halkın adalete olan güveninin tam olduğu, gelir dağılımının bu denli bozulmadığı, insanlar arasında dil, din, mezhep ve etnik kökenine dayalı ayrışmaların olmadığı müreffeh bir ülkede yaşardık. Köy Enstitülerinde eğitim görme şansına nail olup sayıları artık iyice azalmış insanlarımız, o günlerin kutsal atmosferini gözleri yaşlı anlatırlar.

Her köylü çocuğun aldığı derslerin yanı sıra dünya klasiklerinden senede en az 25 kitap bitirdiğini, en az bir müzik aleti çaldığını ve bütün öğrencilerin kızlı erkekli tiyatro oyunlarını sahneye koyduklarını düşünün bir kere. Yetmiş altı yıl sonra bugün, o okullar sadece hafız ve imam yetiştiriyor.    

Stalin'in ülkemizi tehdit etmesiyle başlayan süreçtir kapatma kararı. ABD'nin NATO desteğini sözde komünist yetiştiren Köy Enstitülerinin kapatılması şartına bağlaması ile sonuçlanmıştır. Bu yüzden dönemin iki süper gücü  ABD ve SSCB'nin ülkemize attığı en büyük kazıktır.

Rusya sahneden çekildi Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte. ABD hep var. Emperyalist, gaddar, kibirli, sömürgeci, katil Amerika... Paraya tapan, silah ve petrol tüccarlarının, kukla devlet başkanlarının ülkesi Amerika... Üniversite yıllarıma götürdü şimdi beni. Ateşler yakılırdı yurtların orta yerinde. Kocaman ateşler... Ateşin aydınlattığı saf yüzlere vuran sarı ışıklar. Genç ama gür çıkan sesler... "Mahir, Hüseyin, Ulaş. Kurtuluşa kadar Savaş." 


Askerler gelirdi Unimog (cemse derdik biz onlara) kamyonların içinde. TOMA'lar yoktu o zamanlar. Çünkü Tayyip de öğrenciydi, ya da okulunu bitirmiş, bakkallık yapıyordu. Su sıkmazdı cemseler bize. Onların su sıkacak mekanizmaları da yoktu zaten. Arkasında karşılıklı iki uyduruk kanepeyi iki manga asker doldururdu elleri tüfekli. O tüfekleri bile, bizi korkutmak için taşıdıklarına inanırdık.



Sonra bir Tuncel Kurtiz geldi, geçti bu dünyadan. Gür sesiyle Ümit İlter'in sözlerini haykırdı Amerika'ya. Ne güzel sözlerdi onlar öyle, ne güzel sesti o. Haykırdı o ses, 25.000 kişiye avazı çıktığı kadar. "Geçit yok" diye haykırdı! "Geçit yok Amerika'ya!"

Derine hep derine kazıyoruz...
Nerde çağımızın o altın kalbi?
Çağımızın altın kalbini arıyoruz,
Üzerimizde ağır bir yeryüzü,
Gökyüzünden uzakta, çok uzakta.
Nerde çağımızın o altın kalbi?
Çağımızın altın kalbini arıyoruz.

İşte bu yüzden böyleyim bugün. Ne güzel insanları yitirmişiz biz. Denizleri, Hüseyinleri, Mahirleri, Ulaşları, gencecik çocukları, Hasan Alileri, Tonguçları, İlterleri, Kurtizleri...

Ağlamamak elde mi yitirdiklerimize, ülkemin kaderine
Memlekette adam yokmuş gibi,
Yitirilenler yerine, gönderilenleri gönderene,
İsyan etmemek elde mi?

  

GÜZEL BİR GİRİT TÜRKÜSÜ, FURTUNA


Bugün bir o yana bir bu yana savrulan ruhum, ataların toprağında vücut buldu. Bu türkü bende takılana kadar kaç yazardan, kaç bestekardan geçtim, kaç öykü okudum. En sonunda hepsini unuttum ve "Furtuna"'da karar kıldım. Bakalım beğenecek misiniz?

SANA SÖYLEDİM, YİNE SÖYLÜYORUM

Pek çok sanatçı seslendirmiş bu türküyü. Ama ben en çok Sakina Anadolu Dörtlüsünün (Anadolu Quartet) ve güçlü sesiyle Yunanlı şarkıcı Natasha Bofiliou'nun enstrümansız yorumunu beğendim.





Sözleri İngilizce ve Türkçe olarak şöyle;

I told you once and say it again
Don't go down to the sea shore
The sea makes waves
it will take you and get lost (in the waves)

If it takes me it will take me
down to the deep waters
I'll make my body a boat
and my hands oars
my handkerchief a sail
I come and go to the shore

I told you once and say it again
don't write me any letters because
I don't know letters (meaning don't know how to read)
and I start crying"





Sana söyledim ve yine söylüyorum

Sahile inme
Denizde fırtına olur
Dalgalar alır seni götürür

Beni de alırsa eğer oraya,
O derin sulara,
Vücudumu tekne yaparım
Ellerim kürek olur,
Mendilim bir yelken,
Alır seni karaya çıkarım.

Sana söyledim ve yine söylüyorum
Bana mektup yazma
Ben mektup okuyamam.
Sonra beni ağlatırsın... 

Bu türküyü bir de Yabancı Damat dizisinden hatırlayacağımız Özgür Çevik farklı sözlerle şöyle seslendirmiş.

Fırtına
Söylemiştim sana gitme
Gönlünün sahiline
Seni alırsa fırtına
Dayanamam yokluğuna
Kalbim sandal olur uğruna
Rüzgâra yelken olur
Gözyaşım benzer yağmura
Savrulurum yokluğuna


16 Nisan 2016 Cumartesi

16/04/2016 Cumartesi, Tire

Bekledim ki arasın beni Elektrikçi Ali. Ama nerdeee... Saat 10.00'a doğru onu ben aradım yine. TOKİ'nin trafosu patlamışmış da oraya gitmek zorunda kalmış. Bu kadar yalan söyler bir insan ve ancak bu kadar sözünü yer. "Ben sizi arayacağım." deyip kapatıverdi telefonu. Artık unutur gider demiştim arkasından ama çok geçmeden döndü bana. "Yaylada buluşalım." dedi.

Hemen çıktım yukarı. Bahçe kapısı açık. Yakup Usta ile Kadir kümes yapımına devam ediyor. Selam verdim. "Elektrikçiler gelmedi daha değil mi?"  diye sordum laf olsun diye. Gelmiş olsalar arabalarını görürdüm. "Hayır, gelmediler." dedi Yakup Usta.

Yarım saat geçtikten sonra bir daha aradım. "Yola çıktılar, geliyorlar" dedi bu sefer. E, hani kendisi gelecekti? Düğündeymiş. Kümesin direkleri ve kapalı yerin çatısı tamamlanmış, etrafına tel çekmeye başlamışlar bizimkiler. Daha sonra tavukların tüneyecekleri kafesleri, yumurtlayacakları follukları yapacaklar. "Salı pazarından köylülerden alırız ilk parti köy tavuğunu" dedi Yakup. Zaten hepsini birden bulmaları mümkün değilmiş. Geç kalırsak hiç bulamazmışız. "İyi" dedim, "Alalım bari bir kısmını."

Gele gele eleman Kamil geldi yanında ufak tefek bir çırak çocukla birlikte. Bulaşık makinesinin gideri için zemine sıfır gider bırakmıştık. Bu yüzden kırma dökme işi çıkmadı Allah'tan. İki yere 380V çekecek daha önce 220V çektiği yere. Taş binanın, tuvaletin ve avlunun bütün iç ve dış mekanlarında kullanılacak, armatür, priz, anahtar, aplik ne varsa hepsini tespit ettik birlikte.

İZSU abonelik işini yokuşa sürünce alternatif çözümlere yöneldim. Sondaj kuyusu bunlardan en akla yatanı. Yukarı yaylada kaptajlar tıkanmış. Ahmet Usta'yı aradım köyden. Birkaç gün işi varmış elinde. Görünen o ki, önümüzdeki haftanın en önemli konusu su olacak.

Öğleden sonra kitap okudum biraz. Ama Karlovy Vary resimlerini diğer bloğuma aktarmaya, internetteki blog sitelerinin amatör öykülerini okumaya daha fazla zaman ayırdım. Gerçekten çok güzel yazanlar var aralarında. Zevkle okudum çoğunu. Yaşanmışlıklardan mı besleniyor yoksa hayal dünyaları mı geniş bu insanların hiç anlaşılmıyor. Muhtemelen her ikisinin karışımıdır. Yazmanın güzel taraflarından biri de bu olmalı. Hangisi yaşanmışlık hangisi hayal okur asla bilmeyecek. Bütün yazıların en yaşanmış olanında bir parça hayal gücü, en hayal ürünü olanında da bir parça yaşanmış tecrübe olduğu kesin.

Uyguladığım diyet beni test ediyor. Dün çok yol yürümüş, kalori harcamıştım. Üstelik şansıma kokoreççim de yerinde yoktu. Tuttum kendimi, midye dolması bile yemedim. Eve döndüğümde bir bonus hak ettim diye düşündüm. Biraz da bu bonus için tutmuştum kendimi. Bir çanak dondurma aldım. Hem fıstıklı hem çikolatalı. Az bir kısmını eşime verdim. Çoğu bana kaldı. Üstelik küçük boy da yokmuş. Artık büyük boyla idare ettik. İkiye böldüm yediğim dondurmayı ama. Yarısını enginardan önce yarısını ondan sonra. Sonuç mu? Kilo vereceğime 500 gr almışım. Normal. Hedefime bir hafta kaldı, hala ümidim var.

7. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
          7
    73,5
    - 1,7
     3,5

15/04/2016 Cuma, İzmir

Hatay'dan İzmir Körfezi
Bugün  implant uygulanacak dişlerimin ölçüsü alınacak. Yarım saat bile sürmeyecek bir iş ama yine de beni İzmir'e gitmek zorunda bırakıyor. Toplu taşım vasıtalarıyla gideyim dedim bu sefer. Bu yüzden daha erken çıkmalıyım.

Yola çıkmadan önce kışlık baklalarımızı almak için cuma pazarına gittik eşimle. Salı pazarına göre daha tenha ama yine de park yeri problemi var. Eşimin arabasını aldık hani küçük ya, daha kolay yer buluruz diye. Bu kez şansımız yaver gitti belediyenin yeni yapılan iş merkezinin önünde boş bir yer bulduk ve arabayı park ettik. Bir çuval baklayı sırtlanıp döndük eve.

İzmir'e midibüs kaldırıyor kooperatif. Neyse ki ilk araca yer bulabildim. Biraz bekledikten sonra çıktık yola. Yolda okurum diye Elif Şafak'ın "İskender" adlı romanını almıştım yanıma. Bu yazarın yazım dilini seviyorum. Konusu da sıkıcı değil ama nedendir bilinmez okuma hızımı düşürdü bu kitap. Romanda olaylar döngüsünün bölümler halinde farklı zamanlara ve karakterlere tahsis edilmesinden  pek hoşlanmıyorum. Sanırım sorun bu da değil, çünkü aynı yazarın beğenerek okuduğum "Mahrem"'i de aynı tarzda yazılmış bir romandı. İşin gerçeği bu tür romanları bir solukta okumak gerekiyor. Okuma süresi uzadıkça kitaptan uzaklaşıyorum. Elif Şafak'a yine de toz kondurmak istemem, sorun bende sanırım.  Onu bırakıp başka bir kitaba başlamak da bana göre değil. Tabakta yemek bırakmadığım gibi inat ederim illa elimdekini bitireceğim diye.

Yolda kitabımı okurken çabuk geçti zaman. Her türlü yolculuğu severim. Saatlerce sürmüş yol, ne gam. Elimde kitabım olsun yeter. Gaziemir'de indim. Kızım nöbetçi olduğundan beni karşılayamadı bu sefer. Belediye otobüsüne bineceğim, yıllar sonra, hem de tek başıma.

Heyecan dorukta. Eskiye göre çok şey değişti tabii. Belediye otobüslerinin sağ arka kapısının hemen önünde biletçinin yanlamasına oturduğu bir yer vardı çocukluğumda. Arkadan biner, önden inerdik otobüslerden, biletçiye bozuk para verilmesi istenirdi. Ahşap bir altlığın üzerine kelebek rondelalarla sıkıştırılmış sarı, beyaz pembe biletler vardı. Beyaz bilet tam, pembe bilet çocuk, sarı bilet ise öğrenciler içindi. Belediyeden emekli olan kişilerin ve emniyet mensuplarının taşıdığı kartlara paso denirdi, bu kartı gösterince ücretsiz seyahat ederlerdi kart sahipleri.

Eşim, yanında olmadığım zamanlarda kullandığı bir kart verdi yanıma. Toplu taşıma araçlarının hepsinde geçerliymiş. Gaziemir'de inince belediye otobüs durağına yanaştım. Yaşlıca bir adama Üçyol'a kaç numaralı otobüsün gittiğini sordum. Ankara'da durağa hangi otobüslerin uğrayacağı yazılı tabelalar gözüme ilişirdi ama burada onu göremedim.

Durağın sundurması içinde kalan elektronik levhada hangi otobüsün kaç dakika sonra durakta olacağı gösteriliyormuş ama şansıma levha çalışmıyordu. Adam bana "Konak'a giden otobüsler Üçyol'dan geçer, zaten otobüsün önündeki levhadan görürsün nereye gittiğini." deyince utandım. Öyle ya, otobüslerin üzerindeki ışıklı levhalarda gideceği yer yazıyor. "İzmir'de yabancısınız galiba!" deyince hiç bozuntuya vermedim. "Öyle sayılır." dedim. Nasıl anlatayım şimdi ben ona doğrusunu, doğma büyüme İzmirli olduğumu, büyüdükten sonra İzmir'e hep uzak kaldığımı... Benim zamanımın belediye otobüslerine, üniformalı biletçilerine, boynuzlu troleybüslerine hiç ihanet etmediğimi...

Üzerinde "Konak" yazılı otobüs gelince başkalarını takip ederek otobüsün ön kapısından bindim ve kartı okutucuya tuttum. Herkes tuttuğunda çıkan bip sesi benim kartta çıkmadı. Şoför alt kısma tutun diye ikaz ettikten sonra öttü bizim kart, ekranında bakiye tutar göründü. Otobüs fazla kalabalık değildi. Kendime bir yer bulup oturdum. Yanıma orta yaşını geçmiş bir kadın oturdu. Sanki uzay aracına binmiş gibi her şey tuhaf geliyordu bana. İnsanları, durakları, trafiği inceliyordum. Yanımdaki kadına "Üçyol'da duruyor değil mi?" diye sordum. Kadın "Ben de orada ineceğim ama tam olarak ben de bilmiyorum" diye cevap verdi. Karşı koltukta oturan adamın biri "Döner kavşağı biraz geçince durak var, orada inersiniz." diyerek bize yardımcı oldu.

İndiğim durak düşündüğümden daha ilerdeymiş. Randevu saatine daha kırk beş dakika var. Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yerleri yıllar sonra bir kez daha yakından görürsem keyifli olacak. Zamanım da var nasıl olsa. Caddeden karşıya geçip Üçyol'a doğru yürümeye başlıyorum. İlk olarak Arzu Pide'yi gördüm karşımda. Lise yıllarında Cumartesi günleri yarım gün ders yapar, öğlen olunca arkadaşlarımızla yolda sohbet ederek gelirdik buraya. Hafta sonları pide yiyip ayran içmek bizim için bir ritüeldi.

İzmir'e uzak kaldığım uzun yıllar nadiren yolum düşerdi bu şehre. İki şeyi çok özlerdim. Birincisi midye dolması, ikincisi kokoreç. Her ikisinin de yerleri belli.  Seyyar satıcı olmalarına rağmen hep aynı mekanı mesken tutmuşlardı. Senede veya birkaç senede bir İzmir'e geldiğim zaman her seferinde onları elimle koymuş gibi bulurdum. Şimdi önünden geçtiğim yer senelerdir midye dolması yediğim Mardinlinin yeriydi. Benim Mardinli işi büyütmüş, seyyarlığı artık bırakmış, tezgahının bulunduğu cadde üstündeki yerde dükkan açmıştı.

Önümdeki sokağın köşesinde, bir ara işyeri olarak kullandığım daireye takılınca gözüm, yirmi yıl önceki müteahhitlik serüvenim canlanıyor gözümde. Saate bakıyorum, daha zaman var. Diş hekiminin muayenesine erken varırsam biraz kitap okurum orada.

Telefonum çalıyor. Arayan Ankara'daki komşumuz Murat Bey. Son toplantıda apartman yöneticisi olmuş. Alınan ilk kararda aidatı yükseltmişler de, onu haber vermek için arıyormuş. Arkasından mutfakçı arıyor, teklifini revize edip göndermiş. Hazır telefon faslı başlamışken ben de Kadir'i arıyorum. Domuzların yukarı yayladaki kaptajları  toprak doldurduğunun haberini veriyor bana. "Hemen açın ve çalışır duruma getirin orayı inşaata su lazım." diyorum.

Yeşilyurt sapağını geçince sol tarafta mezun olduğum lisemi boşuna arıyor gözlerim. Zira cadde boyunca dizilen apartmanlar kafi gelmemiş, arada kalan ada tamamen bina dolmuş. Bu yüzden caddeden liseyi görmek ihtimali kalmamış. Şoförler lokalinin önünden geçtim. Burada pek çok düğüne gitmiştik çocukluğumda. Nokta durağından ileriye doğru yol alırken insanları, yeni açılan ya da kapanan işyerlerini, izliyorum. Hatay caddesi bu saatler çok hareketli. Eskiden de öyleydi ama daha kalabalık gördüm şimdi. İnsanlar bir sağa bir sola kim bilir nerelere ulaşmak için koşturuyorlar. Bir harekettir gidiyor yollarda.

Biraz daha ilerleyince yaya trafiği azalıyor. Yol üzerinde özel tiyatroların temsil duyuruları çıktı karşıma. Bu tiyatroların kendilerini kitlelere duyurmada yeterince başarılı olmadıklarını düşünüyorum.

Hakimevleri durağında yüksek apartman bloklarının arasından İzmir körfezinin eşsiz manzarasını görüyorum. Apartmanların her birinin arasında durup denizde hareket halindeki gemileri izliyorum. Bir araba vapuru geçiyor, Büyükseyran apartmanının yanındaki aralıktan bakıyorum. Bu apartmanın kara tarafına bakan bir dairemiz vardı bir zamanlar. Onu satmadan önce deniz tarafındaki karşı daireyi almamıza ramak kalmıştı. Satıcı, dairenin başka hiçbir yerini göstermedi. Küçücük bir salona açılan balkona çıkardı bizi sadece. Karşımıza çıkan leb-i derya manzara her şeye bedeldi. Ne salonu ne mutfağı, manzaradan geriye kalanı teferruattı. Böyle bir manzarası var deniz tarafındaki dairelerin.

Burada ne kadar oyalandım bilemiyorum. Saatime baktım randevu saatine sadece iki dakika kalmış. Doğal olarak panikledim ve koşmaya başladım. Randevuya geç kalmak hiç sevmediğim bir şey. Daha önümde üç durak var. Bir yandan koşuyor bir yandan koştuğuma seviniyorum. İki sene geçmedi dizimin üzerindeki protez ve çivilerden kurtulalı. Tam on yedi sene taşıdıktan sonra. Onlar varken bacağımın içinde ne koşabiliyor ne de topa tekme vurabiliyordum. Altı dakika gecikmeyle muayenehaneye girdim. Doktorum bekliyordu beni. Özür diledim geciktiğim için. Hemen koltuğa oturttu. Yarım saat sürmedi dişimin işi. 

Muayenehanenin karşısında kokoreç yemek istedim. Devamlı müşterisi olduğum kokoreççimin triportörü  yoktu yerinde. Diğerlerinin aksine o, erken saatte satışa başlar erken saatte bitirirdi işini. İlk kez onu yerinde göremiyordum.

Yürümek hoşuma gitmişti. Bu kez caddenin diğer tarafından ters yöne doğru yürümeye başladım. Üç durak kadar yol aldıktan sonra  implant parçalarının üzerini kapatan metallerden birini ağzımın içinde hissettim. Geri dönüp verdim diş hekiminin eline. Bu sefer yine yerinden çıkmasın diye penseye benzer bir aletle iyice sıktı.

Diş hekiminden çıkıp birkaç durak yürüdükten sonra otobüs beklemeye koyuldum. On dakika sonra geldi bir tane. Artık acemiliğim gitmişti. Üçyol'a varmadan bir durak önce indim. Esnafın birine Gaziemir otobüslerine nereden bineceğimi sordum. Sağa döndükten sonra biraz yürüyüp tarif ettiği durağı buldum. Durakta Gaziemir otobüsünün 152 numara olduğu yazılıydı. Yaklaşık kırk beş dakika bekledim otobüsün gelmesini. Bu kadar beklemek hiç aklımda yoktu.

Durakta kot pantolon üzerine kısa kollu sarı bluz giymiş yaşlı bir bayan çantasından çıkardığı muzu özenle soyduktan sonra eliyle parça parça koparıp bir güzel yedi önümüzde. Kabuğunu ne yapacak diye izlemeye başladım. Biraz arandıktan sonra durağın yanındaki ağzına kadar her türlü malzeme ile doldurulmuş cam şişe toplama kumbarasına attı elindekini. Daha sonra yanıma oturup bir muz daha soymaya başladı.

Bir süre sonra vücut geliştirme sporu yapan, kolları dövmeli bir genç geldi durağa. Elindeki poşette birkaç siyah kutu vardı. Bu kutular sanırım vücudunu şekle sokmak için kullandığı bitkisel diyerek kamufle edilen hormonlardı. Yüzü şarapçılar gibi kıpkırmızıydı. Kolundaki bir sürü dövmelerin arasından bir tanesi hoşuma gitti. Kemal Atatürk imzasıydı gördüğüm. Ne de olsa İzmir. Belediye otobüslerini, minibüsleri ve her yeri Atatürk resimleriyle süslemişler. Atatürk'e en çok sahip çıkan insanlar bu şehirde.

Nihayet 152 numara körüklü uzun otobüs yanaştı durağa. Başı örtülü bir kız kapının önünde beklerken ona yol veren erkeklere ısrarla kendi sırasını verip durdu. Arkalardan gelen ben de "ladies first" kabilinden ona yol vermek istedim. "Önce siz buyurun" anlamına gelecek bir şekilde bana da eliyle işaret etti. İçimden nezaketten ne anlarsınız siz deyip hırsla çıktım merdivenleri. Bütün erkekleri potansiyel sapık gören bir anlayışın sonucu. Ben hepinizi sapık olarak görüyorum demek bu. Sapık arıyorlarsa kendi vakıflarına baksınlar önce.

Bu duygu ve düşüncelerle yol uzun sürdü. Bir yandan sıcak, diğer yandan otobüsün klimasının arızalanması iyice çekilmez hale getirdi yolculuğu. Orta kapının bulunduğu yere attım kendimi. Her durakta açılan kapı temiz havanın içeri girmesine imkan veriyordu. Otobüs tenhalaşacak derken daha fazla kalabalıklaşıyordu. Bir müddet sonra şoför koltuğundan arkaya doğru dönerek "Herkes otobüsün arkasına baksın bir bakalım!" Arkada ne var diye bütün kafalar arkaya döndü ama kimse bir şey anlamadı. Yolcular kendi aralarında konuşurken öğrendim sonra. Meğerse şoför arkada boş yer olduğundan herkesin arka tarafa doğru ilerlemesini istiyormuş! Zira hemen sonra yolcuları fırçalamaktan geri kalmadı bizim kaptan. "Sabahtan beri bağırıp duruyorum, Allah'ını seven kımıldasın biraz."

Gaziemir'de bir durak önce inerek Tire otobüslerinin bilet satış yerine doğru yürüdüm. Aldığım bilet en arka koltuktaki son biletti. Kitabımı açtım, birkaç sayfa okudum sadece. Bir uyku bastı ardından. Öyle bir uyumuşum ki neredeyse ineceğim durağı kaçırıyordum.


6. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
          6
    73,0
    - 2,2
     2,8

15 Nisan 2016 Cuma

14/04/2016 Perşembe, Tire

Akşam saatlerine kadar yolunda gitti işler. Elektrikçi Ali ile aksesuarları tespit etmek üzere cumartesi sabahına randevulaştık. Marangoz Ünal ile konuştum, sıva boya işleri bittikten sonra ahşap işlerini elden geçirecekler. Sezai Usta'yı aradım, birkaç gün içinde tuvaletin sıva, yer duvar seramiği, taş evin sıva rötuşları ve boya işlerine girebileceğini söyledi. Yarın ya da yarından sonra ustaları gönderebilecek sözünde durursa...


Yakup Usta ile Kadir bahçenin uygun yerine kocaman bir kümes yapmaya başladılar. Yakında kendi köy tavuklarımızın yumurtalarını yiyeceğiz. Yırtıcı kuşlar kapmasın diye gündüz gezmelerini tamamladıktan sonra gece girecekleri bölümün üzerini kümes teli veya delikli bir örtüyle kapatacağız. Ortalık yemyeşil. Canlı, parlak, hayat dolu.

Erikler büyümeye devam ediyor. Her gün bir ağaç tanıyorum bahçede. Kümes yaptıkları yerin hemen yanında bir tane de nar ağacı varmış.

Akşam saatlerinde bir telefon geldi. Arayan kişi İzsu'dan bir yetkili olduğunu söyledi. Bu iş beklediğimizden de erken olacak diye sevindik. Yer göstermek için gelip gelemeyeceğimizi sordu telefondaki. Ne demek, derhal fırladım. Eşim yeni dönmüştü arkadaş toplantısından. "Ben de geleyim." dedi heyecanla. Yarım saate kadar yukarı çıkarız demiştim.

Bekletmeyelim diye adeta uçarak vardık köy meydanına. Bir çeyrek saat geçmesine rağmen gelen giden olmayınca aradım arayan numaradan. Biraz işleri varmış onları halledip geleceklermiş. İşte bunu ben anlamıyorum. Niye insanlar randevu saatine benim gösterdiğim özeni göstermiyor burada. Kendi zamanları önemli de başkalarınınki mi önemsiz mi? Ne var ki gelenler bizim için önemliydi. Sırf bu yüzden zamanlarının önemli olduğunu kabullenmek zorunda kaldık! Hani biraz zıt gitsek, olacak işimiz de suya düşebilirdi.

Bir çeyrek daha bizi beklettikten sonra pikapları göründü. "Beni takip edin" dedim. Bahçe kapısına vardığımızda kapıyı açmak için arabadan indim. Onlar da arkamdan gelip arabalarını perk ettiler. "Kapıyı açmanıza gerek yok" dedi yaşlı olanı ve devam etti. "Olumsuz" 

"Ne demek bu?" dedim. "Depodan buraya su veremeyiz kot kurtarmaz." dedi. Ana hatları bizim arazilerden geçiyor, oradan branşman almalarını önerdim. Su temini belediyeden İzsu'ya geçtikten sonra alınan karar gereği klorlamadan önce su vermeleri yasakmış. Daha önce verdikleri? Onlar eskiden belediyeden aldıkları için devam ediyorlarmış. Al sana, sadece yurdumuzda görülecek bir uygulama. Ben gerekirse klorlama tesisimi kendim kurarım desem de nafile. "Müdürümüzle konuşun." dedi gelen yetkili, yapacak bir şey yok. Yapacağı tek şey "olumsuz" rapor tutup dosyayı kapatmaması. Önümüzdeki hafta sonuna kadar rapor tutmayacağı konusunda söz aldık. İşte akşamki bu gelişme sıktı canımı. Hayat bu, bazen sevineceğiz, bazen sıkılacağız, ne yapalım?  


5. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
          5
    73,2
    - 2,0
     3,0

13 Nisan 2016 Çarşamba

13/04/2016 Çarşamba, Tire

TAŞ EV - KAYSTROS
Mutfakçı yayladaki taş evin ölçülerini almaya geldi bugün. Ben küçücük, sevimli bir yer olsun istiyorum. Eşim ise kalabalık gelirse geri mi göndereceğiz deyip beni sıkıştırıyor. Evet, diyorum. Eğer yerimiz kalmadıysa "Yerimiz yok" diyebilmeliyiz.

Biz önde mutfakçılar arkada yaylaya çıktık. Bahçe kapısını açtım, içeri girdik. O da ne? İçeride adamın biri var. "Hey, kimsin sen? Ne arıyorsun burada?" Altmış yaşlarında kısa boylu bir adam elinde yarım bağ kadar sarmaşık olduğu halde bulunduğunuz yere doğru sırıtarak geldi. Ben ise sorularımın cevabını henüz alamamıştım. "İçeri nasıl girdin sen?" diye devam ettim. "Çitten atladım." dedi.

Sinirden kendimi zor zapt ediyordum. "Kimden izin aldın başkasının kilitli yerine girmek için?" diye sorunca eğdi başını öne. Açıklama yapmasına dahi izin vermiyordum. "Ne biçim insansınız siz?, daha ne yapmam lazım sizi uzak tutmak için buradan? Bahçenin dört bir yanını beton çitle kapattım olmadı, demir kapı yaptırdım, kilitledim yine olmadı.." 

"Yanlış anladınız, bakın ben, müzeden emekliyim." dedi. Burada insanlar bir yerde çalışmakla kendilerini bir halt zannediyorlar. Allah bilir müzede olsa olsa odacılık yapmıştır. Ama öyle söylüyor ki sanki müze müdürü. Ki olsa ne değişecek?  "Genel Kurmay Başkanı olsan ne yazar" dedim. Bahçeme girmeye kim izin verdi sana, üstelik çitten atlayarak? Döndü arkasını bahçe kapısına doğru yürüdü. "Tamam girmem bir daha" derken süt dökmüş gibiydi. Aklıma geldikçe insanların bu sorumsuzlukları canımı sıkıyor.


Bahçeden ayrıldıktan sonra Cambaz Ali ve torununun bahçesine gittik. Köy yumurtamız kalmamıştı. Yumurtalarımızı hazırlamışlar. Beyaz, sarı ve yeşil kabuklu yumurtalar... Kadir çapa işiyle uğraşıyormuş biraz aşağıda. Dedesi birkaç kez seslendikten sonra duyabildi. O da yanımıza geldi. Ay başında askere gidiyor. Şansı iyi olur da iyi kura çeker inşallah. Bu devirde askerlik yapmak çok zor. Oradan çıkıp su aboneliği için İzsu'ya ilk müracaatımızı yapmaya gittik. Umarım tez zamanda olumlu netice çıkar. 



4. gün (EK)'im:
BAŞLANGIÇ 75,2 KG




HEDEF
70,0 KG 

GÜN SAYISI
BUGÜNKÜ   
  KİLOM        


DEĞİŞİM (+/-) KG
HEDEFİME KAÇ KG VAR
         4
    73,1
    - 2,1
     3,1