KATEGORİLER

6 Mart 2016 Pazar

Kavgam - Adolf Hitler


Kitabın Adı: KAVGAM
Yazar: Adolf HİTLER (1889-1945)

Sayfa Sayısı: 464
Çeviri: Mümin Semerci
Yayınevi: Uğur Tuna Yayınları
Basım Yılı: I. Baskı. Ocak 2016
Türü: Otobiyografik Roman & Siyasal Manifesto

Kitap Hakkında:  Kitap uzun süre hem yurdumuzda hem Avrupa ülkelerinde yasaklanmış. Birçok yayınevi tarafından yayınlandığı için her birinin kapak tasarımları ve sayfa sayıları farklılık gösteriyor. Benim okuduğum kitabın çevirisi başarılı ancak korsan yayın olmamasına rağmen çok fazla dizgi hataları var. Hitler hakkında en çok merak ettiğim konu Yahudilere yapmış olduğu insanlık dışı işkencelerin sebebini öğrenmekti. Bu ve buna benzer pek çok konuda aradığım cevapların büyük bölümünü buldum kitapta. 

Çocukluğundan başlayarak hayatı, yaşadığı dönemin özellikleri, I. Dünya Savaşı'nın etkileri, siyasi ve sosyo-ekonomik durum yazarın kendi ağzından başarılı bir dille anlatılıyor. Savunduğu fikirleri ister benimseyin ister benimsemeyin mutlaka durup üzerinde düşünüyorsunuz. Siyasetin felsefesini yaparken, bir bakıyorsunuz eğitim sistemi hakkında görüşlerini sıralıyor ama her fırsatta Yahudiler için en aşağılayıcı sözleri sarf etmeden duramıyor.

Yahudilere karşı akıl almaz düşmanlığının yanı sıra başta parlamenter sistem (partiler, milletvekilleri, araştırma komisyonları vs), olmak üzere, burjuvazi, Marksizm, dinin siyasete alet edilmesi, aristokrasi de kıyasıya eleştirdikleri arasında. Ordu, sendikalar, üretici (işçi ve köylüler) ve elbette saf kan Alman olanlar Hitler'in sevgi ve sempatisine mazhar olan kesim.

Ülkesinin savaştan mağlup çıkma sorumluluğunu tamamen politikacılara yükleyen Hitler, orduya gelince, onun kendine düşen sorumluluğu tam olarak yerine getirdiğini anlatıyor.

Almanya'nın yeniden itibarını kazanmasının ancak ırkın korunmasıyla mümkün olacağı iddiasında. Siyasette teşkilatın yanında propagandanın çok daha fazla etkisi olduğunu söylüyor. Teşkilatta üye sayısından ziyade üyelerin niteliğinin önemli olduğunu düşünüyor. Öyle ki, parti teşkilatında fazla üye sayısının istenen bir şey olmadığını, taraftar sayısını arttırmanın daha faydalı olduğunu ifade ediyor. Spora, eğitime ve düzgün aile yapısına büyük önem veriyor. Kişisel menfaatlerin değil milli çıkarların önemli olduğunun altını çiziyor. 

Öyle fikirleri var ki, al atasözü niyetine duvarına as. Irkları sınıflaması ise sapkınlık derecesinde. Yahudiler kadar olmasa da zenci ve yerlilere alt sınıf insan gözüyle bakıyor. Her zaman sertlikten yana. Bir meselenin heyet ve müzakereler yoluyla çözülemeyeceğini, meclis ve komisyonlarda alınan kararların sorumluluğunu hiç kimsenin üzerine almadığını ifade ediyor. Bu gibi başarısız sistemlerin yerine ülke yönetiminde tek adamlığın en uygun yönetim şekli olduğunu anlatıyor.

Merak ettiğim diğer bir konu ise, I. Dünya Savaşında müttefik konumunda olan Osmanlı İmparatorluğu hakkında neler söyleyeceğiydi. Kitabın sonuna doğru sadece bir kez anıyor Osmanlı'nın adını. Orada da, savaşa girerken devlet yöneticilerinin emekliye ayrılmış Osmanlı İmparatorluğunu müttefik olarak seçmekle hata yaptıklarını iddia ediyor. Bize okul kitaplarında anlatılan "Osmanlı hiç savaş kaybetmedi, müttefikimiz Almanya yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık" ifadesi çok basit geliyor şimdi bana.

Savaş sonrası galip devletler ile Almanya arasında imzalanan Versay Antlaşması da bir utanç vesikası onun için. Eski Alman Şansölyesi (Başbakan) Bismarck ve İtalyan Faşist direnişçi Mussolini en fazla takdir ettiği insanlar.

Kitap şahsen benim ilgimi çekti. Hem döneme farklı bir açıdan bakmayı, hem de Hitler hakkında bilmediğim pek çok şeyi öğrendim kendi ağzından. Demokrasinin eğitim seviyesi düşük toplumlar için büyük bir kandırmaca olduğunu söylerken ben, Hitler'in de bunu açıkça ifade ettiğine şahit oldum. Demokrasiyi kendi kirli emellerine alet edenlerin yanında onun ne kadar masum kaldığını da.

5 Mart 2016 Cumartesi

05/03/2016 Cumartesi, İzmir

Dünkü sohbetten sonra odalarımıza çekildik. Kitabımı okumaya çalıştıysam da ikinci sayfada uykum geldi, uyudum. Sabah en erken kalkan bendim. Millet uyanana kadar kitap okudum. Aslında sabah erken kalkmaya değil gece geç yatmaya alışkınım. Bu sefer tersi oldu.

Kahvaltımızı Balçova'da mı yapalım, yoksa Kıbrıs Şehitleri'nde mi yapsak tartışmasının ardından arabamıza binip Alsancak'ın yolunu tuttuk. Tam Alsancak Camii karşısında güzel bir otopark hizmete açılmış. Daha önce başka ülkelerde benzerlerini görmüştüm internette. Oldukça sempatik ve pratik bir servis. Dar alanlarda epey işe yarıyor. Bilen bilir elbet ama ben ilk kez kullandım bu otoparkı. Bir odanın içine yerleştiriyorsunuz arabayı, odadan çıkınca, kendi ekseni etrafında 90 derece döndükten sonra yükseliyor platform.

Park sorununu hallettikten sonra güzel bir kahvaltı etmek niyetindeydik. Oraya mı gidelim buraya mı derken Kıbrıs Şehitlerinden çıkıp, Kordon'a kadar yürüdük. Beğendiğimiz yerler sabahın erken saati olmasına rağmen tıka basa dolu. Bazı yerler tam açılmamış, hazırlık yapıyorlar. Doktorun randevu saati yaklaşınca bizi aldı bir panik. Eşim ve kızımla birlikte ilk gördüğümüz yere oturduk en sonunda. Mekan olarak güzel bir yer olmamasına rağmen serpme kahvaltısı ve menemeni güzeldi. Sırf randevu saatini kaçırmamak için telaşla boğazımıza dizildi yediklerimiz. Eşim kızıma söylenmeye başladı kahvaltımızı edip gelseydik daha iyiydi diye. Neyse, hızlı adımlarla yürüdük göz hastanesine doğru. Biraz geciksek hakkınızı kaybettiniz mi diyecekler? Bilmiyoruz ki. Binaya girdiğimizde saat 11.13. Randevu saatine iki dakika var. Dün diş doktoruna da benzer şekilde tam saatinde yetişmiştik. Rahat bir nefes alıp giriş işlemlerine başlıyoruz.

Yine damlalar, ön kontroller. Çenenizi şuraya dayayın, alnınız yukarı değsin, gözünüzü kırpmayın. Işıklı delikler, uzun patikanın karşısında kırmızı kiremitli ev, mavi ışık, yeşil ışık ve pıssst hava. Olmadı, tekrarlayacağız, gözünüzü kırpmayın lütfen. Tamam, oldu bu sefer.

Mahmut hocanın katına çıkmadan kendi aramızda anlaşıyoruz. Daha önceki doktorların söylediğini söylemeyeceğiz. Madem bu kadar para veriyoruz, bilsin kendisi. Niye kopya verelim ki. Hem bakalım o da aynı şeyi mi söyleyecek? Evet, Bingo. Aynısını söylüyor. Bütün doktorlar aynı şeyi söylediğine göre demek ki, multifokal lens kaymış sol gözümde. Üç ayrı doktora konsültasyon yaptırmış olduk böylece. Bu işin çaresi ameliyat. Gelir gelmez aşağıdan sormuştuk, geçen yıl şubat ayında geldiğimizi aynı hastaneye. O zaman beni muayene eden Mahmut Kaşkaloğlu değil, onun yanında çalışan bir doktordu. O doktor bu problemden bahsetmemişti ki. Üstelik, "Yapacak bir şey yok, bu yaştan sonra" demişti. Bunları hocaya söylemek istedik, ama söyleyemedik yine.

En sonunda Perşembe'ye gün aldık ameliyat için. İnşallah iyi olacak, göreceğiz.

Çıktık oradan, biraz moralim bozulmadı değil. Garanti vermiyor doktor, hiçbir ameliyatın garantisi olmaz diyor. Doğrudur. Şans meselesi. Umarım şans benden yana olur. Canım sıkılınca çeneme vurur benim. Söyleniyorum.

Bunun ilacı bir şeyler yemek. Kent Park'a gidiyoruz İnciraltı'na. Yazdan kalma bir gün, çok kalabalık. Adetmiş burada, nikah masasından kalkıp gelinlikle geliyor çiftler. Yeşil ve mavinin buluştuğu bu güzel yerde resim çektiriyorlar.

Dört beş kilometre kadar yürüdük. Önümüzde kalabalığın yoğunlaştığı bir yerde ne oluyor diye meraklandık. Film çekiyorlarmış. Meraklı bir kalabalık yönetmenin sanatçılara attığı fırçaları izliyor.

Yedik balığımız yine. Ama bu sefer beğenmedik. Kalabalık mı düşürdü kaliteyi? Hayır tazeydi balıklar ama nasıl becerdiyse yağ emdirmiş biraz, daha öncekiler hiç böyle değildi.

Kızımızı evine bıraktık, akşam MFÖ nün konserine gidecekler arkadaşlarıyla. Bize de memlekete dönmek düştü.      

04/03/2016 Cuma, İzmir

Bilgisayarı yanıma almadığım gibi telefonun şarj cihazını da evde bırakmışım. Akşam kendisinde misafir olduğumuz kızım ev taşıma hazırlıklarına başladığından internet bağlantısını kesmiş. Bütün bu olumsuzluklar nedeniyle dün yaşadıklarımı bugün kaleme aldım.

Bir hafta önceden programladığımız üzere doktorları sıraya dizmiştik.  Önceki sene olduğum katarakt ameliyatına acele karar vermiş, yeterince doktoru araştırmamıştık. Sol gözümde sorun çıkınca bu sefer bir kaç doktora danışalım, ondan sonra karar verelim dedik. Geçen hafta gittiğim göz doktoru da kafamı biraz bulandırmıştı.

İlk önce kızımın çalıştığı hastaneden başladık. Kendisi bir aylığına başka bir sağlık merkezine görevlendirildiğinden yanımızda olamadı ancak arkadaşlarını benimle ilgilenmeleri için ayarlamış. Hepsi çok güzel karşıladılar beni. Damlalar damlatıldı, kafamı cihazlara soktular, alnını daya, çeneni daya, artık rüyalarıma girecek uzun bir patikanın sonundaki kırmızı kiremitli ev görüntüleri... O cihazdan çıktım, öbürüne. Bu sefer mavi keskin bir ışık, daha sonra yeşile dönüyor. Doktor "Şimdi gözünüze biraz hava püskürecek, gözünüzü kırpmamaya çalışın." diyor. Mümkün mü hiç. Gözüm hassas benim. Tam delikteki ışık yeşile döndü, hah diyorum şimdi püskürecek, pısst. Tabi, sanki gözümü kırpmak için bekliyorum o anı. Bir daha deneyeceğiz diyor doktor, gözünüzü kırptınız. Aynı şeyler bir kez daha tekrarlanıyor. Mavi ışık, sarı ışık, pısst. Neyse, bu sefer oldu, "Şimdi diğer gözünüze bakalım." İstemsiz de olsa, hava püskürdüğünde gözümü kırptığım için kızıyorum kendime. Bu kadar işlerinin arasında niye çocukla uğraşır gibi uğraşsınlar benimle. Ama elimde değil. Zamanını da öğrendim ya, mavi ışıktan sonra yeşil ışığın yanmasıyla inadına göz kırmalarım artıyor püsküren havayı kaçırmayım diye.

Neyse tetkikler bitti. Genç doktor "Evet," diyor,  "Mercek kaymış görünüyor, ama ben sizi bir de hocama göstereceğim. Hadi yine damlalar damlatılmaya başlıyor. Göz bebeğini büyütmek içinmiş. İlk anda gözü epey yaksa da fazla uzun sürmüyor bu. Karşı binada hocaya gidiyoruz bir süre sonra. Şimdi o sokuyor kafamı cihazlara. Bazı harfler gösteriyor, ne gördüğümü soruyor. Sağ göz idare eder de, sol göz kocaman harfleri zor görüyor. Genç doktor izah ediyor durumu hocasına. Çok sık rastlanan bir durum değil bu anladığım. Hoca sanki biraz tırsıyor mu ne? Ameliyat olmanız lazım diyor ama riskli olduğunu eklemeyi ihmal etmiyor. Hatta "İlk katarakt ameliyatını hangi doktor yaptıysa o yapsın yine" diyor. Doktor hatası mı ki bu, soruyoruz. Yok diyorlar hocayla öğrencisi, daha sonra da olabilir. Doktor dayanışması... Her şey bir tarafa ben bu işte yokum anlamına gelecek şekilde, "Düşünün kararınızı verin." diyor bize, ayrılıyoruz yanından. Yani şu meali, "Yine de gelip bana ameliyat olmaya karar verirseniz ve de ameliyattan sonra kör olursanız, peşin peşin söyleyeyim, benden hesap sormayın."

Saat 11.00 olmuş. Bu sefer 11.30 da diş kliniğinde randevumuz var. Yetişemeyiz diye gözden çıkarmıştık bunu. Ancak bir şansımız doğdu şimdi. Sahil yolundan gidersek yetişebiliriz, orada trafik akıcı. Ama Hatay Caddesine girersek adım başı trafik ışığı bir saatte çıkamayız oradan. Sahile doğru gazlıyoruz. İmkan olsa sirenleri bağırtacağız, çakar lambalarımızı yakacağız. Hay aksi şeytan bir bu eksikti. Bir yağmur bastırıyor sahil yolunda. Zaten tek göz idare ediyoruz. Yollar jilet gibi kaygan. Arada Hatay Caddesi kadar olmasa da trafik ışıkları var yine. Kırmızıya yakalanıyoruz onca yeşilden sonra. Arabanın içinden dikiz aynasına bakıyorum tek gözle. O ne sürat. Lüks bir araba tam gaz geliyor arkamdan. Kırmızı ışıkta durunca arkadan geçirecek. Ona kafayı takmışken önümde duran arabayı ihmal ettiğimin farkına varıyorum. Bırakıyorum arkayı kendi derdime düşüyorum. Son bir hamle yapıp frene yükleniyorum. "İyi ki, kaymadı, bu sefer şansım varmış" Az bir mesafe kala önümdeki arabaya vurmaktan kurtarıyorum. Arkada durum ne diye tekrar dikiz aynasına çevirdiğimde bakışlarımı, derin bir nefes alıyorum. O da durmuş. Aynadan bakınca epey yaklaşmış sanki. Bir çarpma sesi yok, sarsıntı da hissetmedik. Asayiş berkemal.  

Yağmur bazen şiddetli bazen hafifleyerek devam ediyor. "Beş dakika kaldı." diyor eşim, yanımda. "Sen gider, geldiğimi söylersin ben park edene kadar." diyorum. Kliniğin önüne geldiğimizde arabadan iniyor. Yağmur yine şiddetlendi. Park edecek hiçbir yer görünmüyor etrafta. Tam o sırada şans eseri yol kenarında park ettiği yerden birisi çıkıyor galiba. Koşuyor eşim, "Kimseye bırakma orayı,  geliyorum diyorum." Trafik kurallarına göre hareket etsem, ışıkları bekle, caddenin karşısına geç, ileride bir yerlerden dön, tekrar ışık bekle, ölme eşeğim ölme, ne park yerini öyle bırakırlar, ne de doktor beni bekler. Onun yerine olmayacak bir yerden U dönüşü yapar arabayı park ederim. Aynen öyle yaptım. Tam kliniğin önü. İçeri girdiğimizde nefes nefeseydik. Saate baktık, tam randevu saati. İyi ki iptal ettirmemişiz randevuyu.

Diş tedavim bir saate yakın sürdü. Oradan çıktık doğru kayınvalideme. Kapıyı açar açmaz mis gibi bir ot kokusu. Kendimi kandırırcasına sordum,
"Arapsaçı mı yoksa?"
"Yok değil, şevketi bostan."
İnanamadım, eve girer girmez koştum mutfağa. Gerçekten şevketi bostan. Derhal oturdum başına. Şevketi bostanı bilir Giritliler, nasıl sevindiğimi de.

Akşama doğru kızımızla buluştuk, balığımızı yedik. Eve döndüğümüzde bir arkadaşı misafirmiş yanında. Hoş sohbet bir kız. Norveç'te yaşayan bazı akrabaları varmış. O da gitmiş oralara. Bir şey anlattı bize onu burada paylaşmak istedim:

Otobüs durağında saçı sakalına karışmış bir gazete satıcısı yaklaşmış yanlarına birgün. Ülkenin dilini bilmiyor kız, yanındaki akrabasına sormuş,
"Kim bu adam, ne istiyor?"
"O, eroinman, şu karşı binada kalıyorlar, devlet onlara burada kalmaları için imkan sağlıyor." demiş.
"Ne yani, devlet eroinmanlara bir de ev mi veriyor?" diye sormuş kız.
"Evet, hatta eroinlerini bile devlet veriyor." diye cevaplamış kızın akrabası.

Bizim dinlerken bile ağzımız açık kaldı. Meğer, devlet bu zıkkımın yayılmasını önlemek için kendi kontrolü altında tutuyormuş bu şekilde. Tedavi olmaları imkansızmış bunların. Başkalarını da eroine alıştırmasınlar, alım satımına aracı olmasınlar diye böyle bir formül bulmuş devlet. Bakım evinde kontrol altında tutuyormuş bu durumdaki vatandaşlarını.

"Peki, niye gazete satıyor?" diye sormuş kız akrabasına. 
"Gazete satıyor, çünkü eroin parasının yarısını devlet öderken, diğer yarısını çalışarak kazanmak zorundalar. Bu sebeple bakım evinde kalan bu insanlar yan gelip yatmıyorlar." cevabını almış.

Hiç aklımızın ucundan geçer mi bunlar? Onların devleti varsa bizimkisi ne? diye sormadan edemiyorum. Yarınki randevum İzmir'in bir numaralı göz hastalıkları uzmanı Mahmut Kaşkaloğlu'nda.


  

3 Mart 2016 Perşembe

03/03/2016 Perşembe, Tire

Sabah kahvaltı keyfimizden çok memnunum. Tam karşımızda Gölet Restaurant ve onun altında yeşil bir alan var. Mutfaktan ve ön balkondan tabak gibi görebiliyoruz. Bazen bir koyun sürüsü bazen inekler geliyor otlamak için. Ama ben en çok atları seviyorum. Geçen sene gördüğüm üç at yine çıktı piyasaya. Bunlar gibi alacalı olanlara çok fazla rastlamadığım için bana garip geliyorlar.

Çeviri işine kafayı taktım. Yaptığım kıyasıya mücadeleden sonra sonuna geldim artık. Bundan sonra baştan itibaren hepsini kontrol etmem gerek. Bunun yanı sıra yerel ağızların kullanıldığı bölüme bakarım yeniden. Bu iş yüzünden bu aralar daha az kitap okumak zorunda kaldım.

Dün gece yağmurun yağması iyi oldu sulandı yerler. Ama bu yine bahanesi olacak ustaların. Haber vermeden çıktım yaylaya bu nedenle. Yolda giderken hava güneşli olmasına rağmen atıştırdı biraz yine. Düne göre sıcaklık biraz azalmış sanki. Yine de mevsim normallerinin üzerinde. Dosdoğru bahçenin içine girdim arabayla, baskın yapar gibi. Son zamanlarda hep istirahat zamanlarına denk geliyorum çalışanların nedense. Yok, bu sefer onları çalışırlarken buldum. Tuvaletin duvarlarında iyice sona yaklaşılmış. İki gün sürmez artık kalan iş. Daha sonra avluya kayrak taşı döşenecek. Gani Ustayı sordum işçilere. O da gelip yanındaki işçilerle birlikte pis su hattındaki eksiklikleri tamamlamış.

Her pazartesi bana düzenli olarak yumurta getirmesini istedim Kadir'den. Bugünün perşembe olduğunu tesadüfen öğrendim onlardan. Oysa çarşamba olduğuna bahse girebilirdim. Ne çabuk geçti bu hafta? O zaman yarın cuma demek ve benim doktorlarla randevum var. Şu göz işi en önemlisi. Önce ağzımız yandığı için şimdi yoğurdu üflemekle meşgulüz. Tıp dünyasına inancım kalmadı. Büyük paralar dönüyor. İnsan sağlığını bir tarafa bırakıp para hırsı bürümüş gözlerini. Bundan dolayı doktoru doktorla test ediyoruz. Eğer teşhisler birbirini tutarsa içim rahatlamış olacak, aksi halde durumlar sakat.



02/03/2016 Çarşamba, Tire

Yok büyü bozulmasın, bugün de bir şeyler karalamam lazım. Aynı sigara gibi bir şey bu. Nasıl sigarayı bıraktığımdan beri bir tane içsem yeniden başlarım korkusu varsa, günlüğüme de bir gün ara versem bundan sonra yazamayacağım korkusu sardı.

Sabah nihayet elektrikçiyle yukarı çıkabildik. Ancak Ali yine gelmedi, elemanını gönderdi. Yukarı çıkınca Gani Ustayı aradım. Yakın bir yerde çalışıyormuş, çeyrek saat sonra o da geldi. Tuvaletin duvar işi devam ediyor.

Elektrikçi Kamil, kendi aracıyla geldi. O ve Gani Usta ile birlikte üçümüz hat boyu aşağı doğru yürümeye başladık. Tek derdimiz aşağı inince bizi kimin karşılayacağıydı. Gani Usta kendinize güveniyorsanız yoldan yukarı yürüyelim diye bir teklifte bulundu. Benim için hava hoş. Hastane bölgesinden buraya kadar yayan yürüyordum geçen sene, hem de kiloluyken. Yokuş aşağı üç yüz metre yürüdük. Genel olarak kanalın üstü güzel kapatılmış ama dik kısımların taşla kaplanmasını istedik. Gani ağaç diplerinde bir iki dal sarmaşık buldu. Gözleri alışmış, çalıların arasında nasıl görüyor bunları hayret ediyorum. Ben çok severim kavurup üzerine yumurta kırmasını. İyi o zaman diyor Gani, aşağı inene kadar sana bir demet yaparım. Bu arada epey kuzu kulağı topluyor bana bir yandan. Her hafta Dağ Restoran için yirmi bağ dağ kekiği ve kuzu kulağı toplayıp satıyormuş.


Aşağı indikten sonra kayaların üzerinden ve yarı mağara şeklindeki oyuklardan akan sular ilgimizi çekiyor. Fotoğrafını çekiyorum. Sıcak havalarda tam bir sığınak olur böyle yerler.

Asfalttan yukarı doğru yürümeye başlıyoruz. Yolun ortasına geldiğimizde en gencimiz Kamil, şişip, biraz dinlenelim diyor. Taş evi karşıdan gören, yolun genişlediği bir yerde dinleniyoruz biraz.

Bahçeye vardığımızda pis su hatlarını kontrol ediyoruz. Ters eğim olmamalı burada. Bazı bölgelerde ilave kazı yapılması lazım. Elimizdeki tepsileri dışarıda yeni yapılan köy usulü taş fırında deniyorum. Hem enlemesine hem boylamasına rahatlıkla fırının ağzından sığıyor.

Aşağı indiğimde ilk iş fotokopi ile çoğaltıyorum ruhsat, tapu vs. belgeleri. Elektrikçi Ali'nin dükkanına bırakıp telefonla ona bilgi veriyorum daha sonra. Keresteciye gidip gerekli malzemeyi sipariş ettikten sonra ödemesini yapıyorum. Gani onları bir iki güne kadar alacak.

Çeviri işi iyice ağır gidiyor. Buna esas sebep, geldiğim bölümde Antik Saksonyanın yöresel lehçesinin konuşulmaya başlanmış olması. Sanki bambaşka bir dil bu. Konuya bile zor giriyorum. Şimdiye kadar  bu öykünün Türkçeye çevrilmemiş olmasının bir nedeni de bu mu  diye kendi kendime sormadan edemiyorum.

Akşama arapsaçı var. Evin içi mis gibi kokuyor. Bu seferki diğerlerine benzemiyor, sanki yetiştirme değil de doğal ortamında yetişmiş olmalı. İçine kuzu eti yerine tavuk döner kullanıyoruz çok nefis oluyor. Ben bu ve diğer otları ateşte çok fazla tutup öldürmek istemiyorum. Ağzımda biraz diriliğini hissetmem lazım derken eşim tam tersine ağzında erisin istiyor. Anlaşamadığımız konulardan sadece bir tanesi. Neyse ki arapsaçını sevmeye başladı da ortak bir noktamız oluştu.

2 Mart 2016 Çarşamba

01/03/2016 Salı, Tire

Baharın ilk günü bugün. Sabah elektrikçinin yanına gittiğimde onu dükkanda bulamadım. Elektrik dağıtım şirketindeymiş. Yarım saat kadar gelmesini bekledim. Yine gelemeyince telefon ettim. İşleri bitmemiş, öğleden sonra çıkalım dedi. Mecburen peki dedim. Artık kızmıyorum bu tür şeylere. Alışkanlık mı yaptı, yoksa kritik aşamayı geçtiğimizden mi bilmiyorum. Aslında toplayıp kenara atılacak şey değil bunlar. Adamla randevulaşıyorsun, saatinde buluşma yerine gidiyorsun ve sonunda sana bugün işim var yarın gidelim diyor.

Bugün Salı Pazarı kuruldu. Artık resmen korkuyorum bugün pazara gitmeye. Gideceksen araba maraba götürmeyeceksin. Koca arabayı park edeceksin diye üç tur atıp şansın varsa en az bir kilometre ötede yer bulabiliyorsun. Benden başka bu konudan şikayetçi olan da yok galiba. Pek çoğu işin kolayını bulmuş. Kişi başına düşen motosiklet sayısının en yüksek olduğu ilçeye gidiyorsun deselerdi inanmazdım. Kız, erkek, genç yaşlı herkesin altında bir tane var. Pek çoğunun trafik bilgisi yok. Ha tarlada traktör kullanıyorlar ha şehirde motosiklet.

Sabaha kaldı bizim işimiz en sonunda. Allahtan ruhsat ve tapu fotokopilerini bugün arayıp buldum. Ağırlıklı olarak kitap okuyarak ve başladığım çeviriye devam ederek değerlendirdim bugünümü. Kısa roman sınıfında geçen öykünün yarısının çevirisi hazır. Sözünü tutarsa eşimle birlikte üzerinden geçeceğiz tekrar. Bunun gibi beş altı öykü bulabilirsem kesinlikle bir kitapta toplamayı düşünürüm.   

1 Mart 2016 Salı

29/02/2016 Pazartesi, Tire

Allah sağlık sıhhat verir de günlük tutma işini aksatmadan sürdürebilirsem bugünün tarihini ancak dört yıl sonra atabileceğim. Hayatım boyunca üzerinde hiç durmadığım bugün, yaşamımıza verilen bir bonus gibi geldi bana. Yani kalan ömrümüzden düşülmeyecek bir gün. Bugüne kadar toplam 14 gün bonusum birikmiş. Yok, hayır birikmemiş, hepsini harcamışım!

Yayladan TİRE'YE BAKIŞ
Sıcak ve güneşli günler korkutmaya başladı artık. Sular azalacak, bundan sonra yağsa da kaynak sularına faydası olmaz diyorlar. Televizyona çıkan bir uzman, son seksen yılın en sıcak yaz mevsimini yaşayacağımızı söylüyor. Küremiz iyice ısınacak anlaşılan.

Yaylaya çıkmadan önce elektrikçi Ali'ye uğradım. En zor olan kısmı hallettik ama ilgilenmezsem işler yine bıraktığım yerde kalacak. Yarın sabah yukarı çıkmaya karar verdik birlikte. Kablo kanalını teslim alacağız. Varsa eksiklikleri söyleyecek Gani Ustaya. Pis su hatlarına da bakacağız. Yayladaki inşaatın ruhsat, tapu vs. belgelerinin kopyasını istedi, dağıtım şirketine verilecekmiş enerji müsaadesi için.

Yaylada Çiçeklenmiş Kiraz Ağacı
Ali'den ayrılıp kargo şirketinden gelen paketi aldım. Bu nedenle Toptepe tarafından çıktım Yaylaya bu sefer. Kaplan yoluna girdiğimde çiçekli ağaçların sayısı artmış gibi geldi gözüme. Havada hiç pus kalmadığından manzara, gören gözlere oldukça netti.
Gören gözlere diyorum, malum sol gözüm görevini savsaklıyor bu aralar. Ama tez zamanda gereği yapılacak!

Bahçeye vardığımda Gani Usta dışında ekibin tam kadro işlerinin başında olduğunu gördüm. Bugün haftalıklarını ödeyeceğimi bildikleri için zaten geleceklerini tahmin ediyordum.

Tuvaletlerin duvar örme işlerine başlamışlar. Kadir nihayet bana köy yumurtası getirmiş. Tanesi yetmiş beş kuruş dedi, pazarlık yaptım yetmişe anlaştık. Yirmi tanesi on dört lira tutunca on beş verip üstü kalsın dedim, bütün pazarlık boşa gitti.

Sarı, Beyaz ve Yeşil Köy Yumurtaları
Eve döndüğümde Kadir'in özenle bir çay paketine yerleştirdiği yumurtaları çıkardım. Bizde yeşil yumurta var istersen getireyim demişti de ben ona peki getir dememiştim. Şimdi bakıyorum yumurtalar tam üç renk. Sarısı, beyazından başka yeşil renklilerden de koymuş. İlk defa yeşil yumurta görüyorum. Oldukça ilginç geliyor bana. Bundan sonra her hafta yirmi tane ayırmasını isteyeceğim.

Dün 1941 yılı yapımı bir film izlemiştim. Bu sefer 1940 yılına ait bir öykü buldum. Amerikalı yazar Paul Gallico'nun (1897-1976) yazdığı "Snow Goose" adlı öyküyü araştırdığımda henüz Türkçe 'ye çevrilmediğini gördüm. Bu öykü yazarın en başarılı eseriymiş. Bunun dışında kendisi, 1972 yılında aynı isim altında filme uyarlanan"Poseydon Macerası" adındaki romanın da yazarı.  Bu macera filmini üniversite öğrencisiyken seyretmiştim yıllar önce.

"Snow Goose" adlı öykünün ününü çoktan aşmış aynı adı taşıyan bir de müzik albümü var. Albümün sahibi Camel grubunun yaptığı müzikleri çok beğendiğimi söyleyebilirim. Özellikle "Snow Goose", öyküye çok etkileyici bir fon müziği oluşturuyor. Müziği seslendiren grubun üçüncü albümüymüş bu. İlginç olan husus, grubun bestelediği eserlerin birçoğunun ilham kaynağını roman ve öykülerin oluşturması.

Oturdum, "Snow Goose" öyküsünü Türkçe 'ye çevirmeye başladım. Camel grubunu dinliyorum bir yandan da. Roman ve öykü çevirileri orijinal metinlerde kullanılan devrik cümle yapısı, deyimler ve günlük hayatta kullanılanların dışında çok sayıda kelime barındırmasından dolayı düz yazı çevirilerine göre bayağı zormuş. Bu beklemediğim bir şey değildi elbette. Özellikle edebi değeri yüksek metinlerin çevirisini yapmak, aslını yazmak kadar zor olmalı. Şiirlerin çevirisini düşünmek bile istemiyorum.