KATEGORİLER

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) (5) Gezi (28) Günce (614) Kitaplarım (249) ÖYKÜ (125) Sohbet (383) ŞİİR (3)
Kitaplarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitaplarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Şubat 2023 Pazar

BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT - FRIEDRICH NIETZSCHE

Kitabın Adı: Böyle Buyurdu Zerdüşt

Yazar: Friedrich NIETZSCHE 

Sayfa Sayısı: 306

Yayınevi: Tutku Yayınevi

Editör: Füsun Dikmen  

Türü: Felsefi Roman

Friedrich Nietzsche (1844-1900) ve ünlü kitabı "Böyle Buyurdu Zerdüşt" hakkında bilgilerim sınırlıydı. Yıllar önce mezun olduğum lisenin başarılı öğrencilere kitap hediye etme geleneği kapsamında benim payıma düşen kitaptı Böyle Buyurdu Zerdüşt, fakat o zamanlar, henüz kitap okuma alışkanlığım olmadığı için kapağını dahi kaldırmamıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse, henüz tam olarak karakterimin şekillenmediği lise yıllarında okusaydım Nietzsche'yi anlayamazdım, anlayabilseydim bile yine o an sahip olduğum fikirler nedeniyle tepkim farklı olurdu muhtemelen. 

Felsefeye uzak kişilerin bu tarz bir kitabı okumakta zorlandıklarını ve büyük bir olasılıkla tamamlamadan bir kenara bıraktıklarını yorumlarda okudum. Diğer taraftan yazarın sıra dışı yaşam öyküsü, düşünce tarzı ve diğer eserleri hakkında birçok inceleme, yorum yazısı okuyup videolarını izledim. Aslında kitabı okuyalı üç haftadan fazla bir zaman geçmesine karşın yazar ve kitap hakkında yeni şeyler öğrenmek ve merakımı gidermek hususunda araştırma hevesim hâlâ azalmış değil. Daha önce hayata bakış açıma en yakın bulduğum Arthur Schopenhauer'den sonra Nietzsche'nin düşüncelerini de benimsemiş olmam hiç de şaşırtıcı değil. Zira Schopenhauer, Nietzsche'yi derinden etkileyen bir düşünür.

Okuduğum kitap bana hediye edilen kitap değil. Kitaplığımızda gözüme ilişen pek çok kitaptan biriydi. Bugüne dek pek çok çevirisi yapılmış. İlk çeviriler İngilizce dilinden daha sonrakiler ise kitabın orijinal dili olan Almancadan. Tutku Yayınevi tarafından basılan kitabın dilimize kimin tarafından çevrildiği belli değil. Böyle bir durum ilk kez başıma geliyor. Sadece editörün ismi var! Belli ki farklı birçok çeviriden bir derleme yapılmış. Özellikle İş Bankası Yayınları çevirisi önerilse de benim okuduğum kitap da bir miktar yazım hataları dışında fena değildi. 

1844 yılında Almanya'nın Leibzig şehri yakınlarındaki bir kasabada doğan Friedrich Wilhelm Nietzsche Protestan bir papazın oğlu. Ailenin daha sonra iki yaşında hayatını kaybedecek bir oğulları ve bir de kız çocukları oluyor. Yazar, beş yaşına geldiğinde babası ölüyor ve bundan sonra annesi, anneannesi, evli olmayan iki teyzesi ve kız kardeşi ile birlikte aynı evi paylaşmaya başlıyorlar. Beş kadının arasında tek erkek olması kadınlara bakış açısını nasıl etkiledi bilinmez fakat kadın cinsi hakkında akıl hocası Schopenhauer gibi aşağılayıcı sözler sarf etmesi hayli tuhafıma gidiyor. Bazı eleştirmenler onun kadın düşmanı olmadığını kadına ilişkin sözlerinde başka anlamların gizli olduğunu söylemekte. Nietzsche'yi anlamak kolay değil, yaşadığı dönemde de hiç anlaşılamamış zaten. Kendisini anlayabilmek için en az yüz yıl geçmesi gerektiğini söyleyen yazar, Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında yaşadığı dönemin kulaklarına göre ağız olmadığını ifade ediyor. Nitekim, onun anlaşılması ve daha sonra modern felsefesinin en büyük filozofu olarak kabul görmesi yirminci yüzyılın ikinci yarısına rastlar. 

Nietzsche'yi tanımadan, eserlerini okumadan önce blog yazılarımda, yaptığım yorumlarda gelenek, görenek ve adetlerle aramın iyi olmadığını, inanca ve milli duygulara dayalı kutsalların sömürü aracı olarak kullanılmasından başka insanlara hiçbir fayda sağlamadığını, bizzat onları köle haline getirdiğini defalarca dile getirdim. Bu yüzden yazarın aşağıdaki cümlelerini sempatiyle karşıladım.

"Gelenek nedir? Bize yararlı olan şeyleri emrettiğinden dolayı değil, bize emrettiğinden dolayı, itaat ettiğimiz yüksek bir otoritedir. Ahlâklılık yeni ve daha değerli yeteneklerin ortaya çıkmasına karşı direnir, aptallaştırır. Cahil bir toplum özgür bırakılıp kendisine seçim hakkı verilse dahi hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır. Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir."

Nietzsche, babası gibi papaz olmak üzere gittiği üniversitenin teoloji bölümünde eğitim görmekteyken kilisenin Hristiyanlık öğretilerini ve tanrı inancını sorgulamaya başlar. Tanrı ve yaşamın amacı üzerine kendisini tatmin edecek bir cevap bulamayınca ailesinin tepkisine rağmen dini eğitimini terk ederek filoloji konusuna eğilir.

"Her şeyi bilen ve her şeye kadir olan bir tanrı, amacının yarattıkları tarafından anlaşılmamasına çalışan bir tanrı... Bu tanrı iyiliklerin tanrısı olabilir mi? Sanki insanlığın selameti için bir sakıncası yokmuş gibi sayısız şüphe ve tereddütü binlerce yıl yaşatıp sürdüren tanrı! Buna karşın onun hakkında yanılmanın korkunç sonuçlarını belirsiz bir şekilde vaat etmiyor mu? O insanlığın, nasıl da hakikat uğruna acı çektiğini görebilseydi gaddar bir tanrı olmaz mıydı? Ama belki de bir iyilikler tanrısıdır ve kendini daha açık ifade edemiyordur. Arzularımız o kadar şiddetlidir ki, bazen birbirimizi parçalamak isteriz. Ama topluluk duygusu bizi durdurur.

Kitap, Nietzsche'nin bütün felsefesini aforizmalarla, mecaz ve metaforlarla, kelime oyunlarıyla ortaya koyduğu dev bir eser. Rönesans'la başlayan, kilise inanç ve otoritesinin yıkılıp bilimsel ilerlemelerle tanrı inancının zayıfladığı bu dönemde insan kendini yalnız, korumasız ve adeta bir boşlukta hissetmektedir. Zerdüşt, Tanrı'nın öldüğü fikrini insanlara inandırmakta zorlanmaktadır. Aslında kendisi de varoluşun ve tanrısız bir yaşamın amacını sorgulamaya başlamıştır. Bu nedenle dağdaki bir mağaraya on yıl kapanarak tefekküre dalar ve gördüğü bir rüyada aydınlandığını fark eder. Öğrendiklerini halkın arasına karışarak aktarmaya başlar. İnsanlar Zerdüşt'e tepki gösterince tekrar mağarasına döner. Birkaç yıl sonra şehirde aradığını bulma umuduyla tekrar yola koyulur. Karşılaştığı bazı insan ve varlıklarla kısa bir sohbetten sonra onları mağarasına davet eder. Zerdüşt'ün aradığı kişi "üst insan" dır. Altında uçurum olan, hayvanla üst insan arasında gerilmiş bir ipin üstünde düşmemek için mücadele eden varlıklar olarak kabul eder normal insanları. Üst insan, toplumun bütün gelenek ve ahlâkını, yönetim otoritesini, inançlarını kabul etmeyen sadece iradesiyle hareket edip düşünen bir varış noktasıdır, Zerdüşt'e göre. Bu nedenle, hayatı ve güçlülük iradesini evcilleştiren bir ahlâkın hasta ettiği ve hasta edilmiş bir canlı olarak kendi kendisinin sonunu hazırlayan insan, aşılması gereken, aşılmak zorunda olan bir varlıktır. Kendi iradesiyle yeni fikirler ortaya koyan insanları överken, sürü psikolojisiyle hareket eden ve kendine ait bir düşüncesi olmayan insanları köle ahlâkını benimseyen hayvan statüsüne indirir. Zerdüşt, şöyle der.

"Ben size üst insanı öğretiyorum, insan aşılması gereken bir şeydir. Onu aşmak için ne yaptınız? Şimdiye değin bütün canlılar kendilerinden üstün bir şey yarattılar. Ve siz bu büyük akışta geri çekilen sular gibi olmak ve insanı aşmak yerine hayvana geri dönmek mi istiyorsunuz? Maymun insan için nedir? Bir kahkaha ya da acı veren bir utanç, işte insan da üst insan için böyle olmalıdır: Bir kahkaha ve acı veren bir utanç!"

Nietzsche, toplumun bütün değer yargılarını masaya yatırır. Yaşamın değersizleştirilmesinden ve onun yerine öte dünyanın konularak nihilizme giden yolun açılmasından, başta kilise olmak üzere dinleri sorumlu tutar. Merhamet (acıma duygusu) bile insanın gelişmesinin önünde bir engeldir. Nietzsche, merhametin yaşam üzerindeki yozlaştırıcı etkisine dikkat çekerken onun yaşamın bozuk kalıntılarını, nasibi kıtları ayakta tuttuğundan ve böylece yaşamın kendisine karamsar, sorunlu bir görünüm verdiğini iddia eder. 

Nietzsche'nin Güç İstenci, Bengi Dönüş ve Amor Fati (kaderini kabul et) gibi kavramları çoğu zaman anlaşılamamış ya da yanlış anlaşılmıştır. Arthur Schopenhauer'ün yaşam, kötülüklerle doludur inancına göre aslında daha orta yoldan bir düşünce içindedir yazar. Amor Fati ile üst insan olma mücadelesi arasında bir çelişki varmış gibi görünse de Nietzsche'nin kader anlayışı bir kabulleniş değil, tam tersine acılarla mücadele edilmesi gerektiğini ve acıların insanın kendini geliştirebilmesi için bir vasıta olduğunu ifade eder.

Yazar ve kitap hakkında yazılacak daha çok şey var. Nietzsche dünyanın en genç profesörü olarak henüz 24 yaşındayken davet edildiği üniversiteden fikirlerinin anlaşılmaması, insanların kendisine tepki göstermesi ve ilgi duymamalarından ötürü ayrılmak zorunda kalır. Fikren uyuştuğu Salome adında başına buyruk bir kadına aşık olur ve evlilik teklifinde bulunur. Ancak ret cevabı alınca yıkılır, çevresinden kopar ve kendisini yalnızlığın kollarında bulur. Bir yandan da hastalıklarla boğuşmaktadır. İsviçre ve İtalya gibi ülkelerde inzivaya çekilerek son derece üretken bir yazar olarak hayatına devam ederken eserleri rağbet görmez, pek çoğunu bastıramaz bile. On yıl kadar sonra ruhsal bakımdan ağırlaşır ve bir akıl hastanesine yatırılır. Bir süre sonra da kız kardeşi yanına alır ve ölene kadar bakımını üstlenir. Elizabeth adındaki bu kadın Hitler yanlısıdır. Ağabeyinin yayınlanmamış kitaplarında Nazi ideolojisini destekleyen bazı eklemeler ve düzeltmeler yaparak basılmasını sağlar. Üst insan fikri Nazilerin sevdiği bir konu olduğu için büyük rağbet görür. Oysa Nietzsche kız kardeşinin bu yaptığını öğrense kahrından ölürdü. Zira Nietzsche, üst insan derken ırkçı bir yaklaşımda bulunmamış, tam aksine Hitler Almanya'sı gibi otokrat yönetimleri en sert şekilde eleştirmiştir. 

Böyle Buyurdu Zerdüşt, kitabını tamamen anladım, bütün metaforları çözdüm diyemem. Sözgelimi "Bengi Dönüş" konusunda yazar zamanın çember şeklinde başı ve sonu sınırsız düz bir çizgi olduğundan bahsetmektedir. Çemberden kasıt, yaşam boyunca yaşadıklarımızın mütemadiyen tekrarlandığını, her günümüzün, her anımızın bire bir, her acımızın, sevincimizin aynı şekilde değişmeden tekrarlanacağıdır. Bu görüş bir ölçüde reenkarnasyonu hatırlattı bana ama alâkası olmadığını düşündüm sonra. Fakat yine de Böyle Buyurdu Zerdüşt, bir başucu kitabı, yanımda bulunduracağım ve fikirleri üzerinde epey tartışma imkânı bulacağım bir kitap oldu. Biraz felsefeyle ilgileniyor ve yaşamı sorguluma cesaretine sahipseniz Nietzsche'nin düşünce ve hayaller dünyasına siz de hoş geldiniz.

11 Ocak 2023 Çarşamba

ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR - J.D SALINGER

Kitabın Adı: Çavdar Tarlasında Çocuklar

Yazar: Jerome David SALINGER 

Sayfa Sayısı: 198

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Çeviren: Coşkun Yerli 

Türü: Roman

Çavdar Tarlasında Çocuklar, J.D. Salinger'in ilk ve tek romanı. Yayımlandığı 1951 yılından beri en çok okunan ve üzerinde en çok konuşulan kitaplardan biri olması ilgimi çekmiş, yakın bir zaman önce okuduğum ve vasat bulduğum Dokuz Öykü kitabından sonra yazar hakkında nihai kararımı verebilmek için içimde yoğun bir okuma isteği uyanmıştı. Bu kez her zaman yaptığımın aksine yazar ve romanın konusuna ilişkin önceden epey bilgi edinmemden dolayı kafamda olumsuz bir önyargı oluştuğunu kabul etmem gerekir. Kitabı sevenler tutku derecesinde bağlılıklarını ifade ederlerken büyük bir okur kitlesi de Salinger'in bu eserini deli saçması buluyorlar. Kabul etmem gerekir ki kitabın konusu ne kadar basit olsa da anlatım son derece sürükleyici. İlk sayfadan itibaren ergen bir fırlamanın yaptığı haylazlıkları okumak bana ne kazandırabilir düşüncesiyle boğuşurken kendimi bir anda olayların içinde bulup merak içinde bir sonraki sahnenin peşine takılmam benim için sürpriz oldu.

Salinger, 2. Dünya Savaşı sırasında görev yaptığı cephelerde kaleme aldığı bu kitapta savaşla ilgili bir hususun yer almaması son derece ilginç. Belli ki yazar kendini yazmaya odaklayarak savaşın olumsuz etkilerinden kendini bir ölçüde uzaklaştırmaya çalışmış. Romanın anlatıcı ve baş kahramanı olan Holden Caulfield, gençlik yıllarına bakıldığında adeta yazarın bir kopyası. Kitap, savaşın sona ermesiyle birlikte Amerikan gençliğinin yaşamını, yalnızlık ve bunalımlarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Evet, ilk bakışta burun kıvırdım, ne yazım tarzı ne o Amerikalılara özgü küfürlü konuşma şekli hoşuma gitti. Kitabın verdiği bir mesaj ya da öğreteceği bir husus da yoktu. Sonra düşündüm ve bir şeyin farkına vardım. Yazarla bütünleşen Holden karakteri, "Siz büyükler, zaten bizi, çocukları ve gençleri anlamıyorsunuz!" diyor ve bir şekilde kendilerini anlamayan yetişkinleri eleştiriyordu. Yani kitapta anlatılanları değersiz görmem bu yönden yazarı haklı çıkarmıştı. Dolayısıyla kibrimi bir yana bırakıp yeniden, farklı bir gözle bakmaya başladım kitaba.

Her şeyden önce, romanın bir yazarın kaleminden değil, ergen bir çocuğun ağzından çıktığını düşünmek gerekiyor. Bunu edebi bir yenilik olarak değerlendirilebiliriz belki, o zaman yazarın bunu başardığını da söylemek mümkün. Çevirmen argo ve küfür içeren bazı ifadeleri dilimize çevirirken yumuşatmış görünüyor. Amerikan filmlerinde rastladığımız "Şu lanet ellerini çek üzerimden" türünden cümleler yine sıklıkla çıkıyor karşımıza. Kitap basıldıktan sonra ahlâk bozduğu gerekçesiyle bir süre okullarda yasaklanmış. Bunun dışında bir de komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla yasak yemiş. Ne var ki, bu yasaklar kitaba olan ilginin daha da artmasıyla sonuçlanmış.

Pencey kolejindeki başarısızlığı sebebiyle okuldan atılan 17 yaşındaki Holden Caulfield'in üç günlük yaşamı kendi ağzından okura aktarılıyor. Aynı, kitabın yazarı gibi Holden, daha önce gittiği okullarda da dikiş tutturamamış. Avukat babasıyla, kulüp üyelikleri bulunan ve tiyatroya giden sofistike bir kadın olan annesi çocuklarına karşı ilgisiz. Holden'ın Hollywood'a yerleşip film senaryosu yazan ağabeyi D.B ile sıradan bir ilişkisi var. Fakat dört yıl önce lösemiye yakalanıp hayatını kaybeden, kendisinden iki yaş küçük, çok sevdiği erkek kardeşi Allie'nin yokluğuna dayanmakta hayli güçlük çekiyor. Holden'ın bir de Phoebe adında, on yaşlarında, kızıl saçlı küçük bir kız kardeşi var ki onunla olan sıcak ilişkisini anlattığı bölümler son derece etkileyici.

Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar romanında akıllarda kalıcı, yeni, kurgu bir karakter mi yaratmış yoksa tamamen kendini mi anlatmış tam olarak bilemiyoruz ama muhtemelen her ikisi de kısmen geçerli. Holden, bazen hırçın, öfkeli, içine kapanık, sürekli karar değiştiren, yalnızlık çeken, elindeki parayı cömertçe harcayan, kompleksleri olan, yaşı gereği cinsel dürtülerini kontrol edemeyen, yeri geldiğinde yalan söyleyen, büyüklerin yanında kendine yer edinemeyen, bazen ezik, bazen cesur davranışlarda bulunan bir tip. Romanın farklı bölümlerinde Holden'ın yurttan arkadaşları, taksi şoförü, asansörcü, eski öğretmenleri, eski ya da yeni kız ve erkek arkadaşları gibi ikincil karakterler anlatımı zenginleştiriyor. Misafir olarak evini ziyaret ettiği eski öğretmenlerinden birinin uzun uzun nasihatlerini dinlediği bir esnada, öğretmenin psikanalist Wilheim Stekel'den yaptığı şu alıntı ilgimi çekiyor.

"Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise, bir dava uğruna gösterişsiz bir şekilde yaşamak istemesidir."

Bu söz aynı zamanda Salinger'in felsefesine de birebir uymakta. Uzun konuşması bittiğinde Holden'ın yatıp uykuya dalmasıyla birlikte bir elin başını okşaması üzerine deliye dönen Holden, yanında gördüğü öğretmeninin homoseksüel olmasından şüpheleniyor ve korku içinde, aceleyle evi terk ediyor. Holden'ın anlatmasından daha önce bu tür olaylara yabancı olmadığını öğreniyoruz. 

Şimdi ben bu kitap için ne diyeyim? Evet, sıra dışı bir kitap. İnsana fazla bir şey vermiyor. Fakat inanılmaz derecede üzerinde konuşulup tartışılabilecek düşünceler ortaya koyuyor. Eğlenceli ve kolay okunan bir kitap. Holden'ın kız kardeşinin bavulunu toplayarak evi terk etmesi ve ağabeyini yalnız bırakmayıp onun yanında  gitmek istemesi etkileyiciydi. Yine aynı sahnenin devamında aralarının açılıp yeniden düzelmesi için Holden'ın yalvarmaları, küçük kızın sağına soluna bakmadan caddenin karşısına geçmek için yola fırlaması insanın yüreğini hoplatan cinsten ayrıntılar. Hatta küçük kıza araba çarpıp romanın dramatik bir şekilde sonlanacağını düşünmüştüm o an. Kitabı okuduğum için boşa zaman harcadığımı düşünmüyorum fakat tavsiye konusunda kararsızım. Böylelikle Salinger faslını kapatmış oluyorum.  

7 Ocak 2023 Cumartesi

HAYAT MEZARDA - STRATIS MIRIVILIS

Kitabın Adı: HAYAT MEZARDA

Yazar: Stratis MIRILIVIS 

Sayfa Sayısı: 360

Yayınevi: ARION Yayınevi

Çeviren: Kriton DİNÇMEN

Türü: Roman

Stratis Mirilivis (1890-1969) Osmanlı devleti toprağı olan Midilli adasında doğan Rum asıllı bir yazar. Gönüllü olarak katıldığı Balkan ve Birinci Dünya savaşlarında bulundu, Savaş nedeniyle hukuk eğitimi gördüğü Atina Üniversitesini bırakmak zorunda kaldı. Mirivilis, 1912-1922 yılları arasında sıcak cephelerde savaşırken savaşın çirkin yüzüne şahit oldu. Daha sonraki yıllarda gazetelerde makaleleri, tefrika halinde öyküleri yayımlandı ve editörlük yaptı. 

Elli yedi kısa bölümden oluşan kurgu romanın ilk bölümü (önsöz) dışında kitap, üniversite öğrencisi Çavuş Anthony Kostoulas'ın sevgilisine yazmış olduğu mektuplardan oluşuyor. Önsözde yazar, 1917-1918 yıllarında Makedonya cephe savaşları sırasında kendisinin Kostoulas'la birlikte savaştığını iddia ederek edebi bir hileye başvurmuş. Yunan ordularının bozguna uğrayıp Anadolu'yu terk etmesinden sonra döndüğü Midilli adasında yazar, eski bir sandığı karıştırırken eline geçen bir deste kâğıdın, Bulgarlarla Balkan Savaşında bir alev makinesi tarafından yakılan yakın arkadaşı Kostoulas Çavuşa ait el yazması mektuplar olduğunu fark eder. Yazarın mektupların sahibinden cüretini affetmesini isteyerek el yazmalarını yayımlamaya karar verdiğini anlatarak başlıyor roman. Her bir bölüm mektuptan ziyade birbirine bağlı birer kısa öykü tadında.

Mirivilis, eserinde yer yer lirik bir dil kullanarak savaşın gerçek yüzünü tüm çıplaklığıyla ortaya koymakta. Kitabı okurken siperlerde yaşananları, korkuyu, cesareti, askerlerin duygu ve düşüncelerini muhteşem tasvirlerle ve edebi bir dille aktardığını görüyoruz. Arka kapakta bu, savaş aleyhtarı bir eser değil savaşı anlatan bir kitaptır denilse de savaşın kirli yüzü burada anlatılanlardan daha gerçekçi bir dille anlatılamazdı. Romanı dilimize kazandıran Ermeni asıllı bir Türk vatandaşı olan Kriton Dinçmen'in çevirisi başarılı olmakla beraber redaktör elinden geçmemiş gibi. Okuma keyfini kaçıracak derece bildirme eki, -dir, -dır larla bitirilen cümlelerin yerli yersiz kullanılması rahatsız edici. Bu kadar güzel biir çeviriye hiç yakışmamış. Bir de -ki bağlacı kullanımında sıklıkla yapılan hatalar var. Arion Yayınevi tarafından basılan bu kitap dışında "Mezarda Hayat" adıyla Can Yayınlarının Nevzat Hatko çevirisi bir alternatif olarak değerlendirilebilir.

"ANLAMIYORUM.... acaba, neden ille de bizlerin başkalarını öldürmemiz ve başkalarının bizleri öldürmeleri gerekiyor? Kime sorayım? Düşünüyorum... kötülüğün kökü nerededir? Ve, neden kötülüğün bu kökü böylesine güçlüdür? Bir cevap duyuyorum: "Savaşa karşı savaş!" "Sınıflar arası savaş!" Biliyorum. Bu da, yeni aldatmacadan başka bir şey değildir. Daha çağdaş ve daha iğrenç bir maske takmış Savaş'ın kendisinden başka bir şey değildir. Belki de, diyorum, kötülüğün kökü başka bir yerde: Düşmanlık organizedir, disiplinlidir, silahlanmıştır... Sevgi ise organize değildir, duygusallık ve dinsel yalanlarla yozlaşır, etkinliğini kaybeder. Şimdi... Sevgi'yi kim organize edecek, kim silâhlandıracak, kim saygınlaştıracak? İsa mı? O, işi yumuşaklıkla kotarmak istedi ise de, fazla bir şeyler beceremedi. Sevgi zorbalıkla yerleştirilecek olsa... o zaman da, sevgi olmaktan çıkar. Anlayamıyorum..."

Romanı okurken kâh insanı kızdıran, kâh insanın içini yaralayan olaylar karşısında etkilenmemek mümkün değil. Bazen de anlatılanlar hüzünlendiriyor okuru. Satır aralarında o güç koşullarda insanı gülümseten bazı anlara da şahit oluyorsunuz. Yağmurun sesi, dağların görüntüsü ve nehrin akışı muhteşem bir betimlemeyle tasvir edilmiş. Bazı cümlelerde karşılaştığım, kulağı rahatsız edici yanları düzeltip yeniden okuma cefasına katlanmama rağmen kitabın ilgiyle ve severek okuduğumu söyleyebilirim.

Çeviriyi yapan Kriton Dinçmen psikiyatri dalında akademik çalışmalar yapmış ve klinik servislerde görev yapmış bir doktor. Varoluşçu görüşe sahip Dinçmen, çevrilerinin yanı sıra roman, öykü, şiir ve deneme türleriyle edebiyata hizmet etmiş. Ayrıca mesleki konularda kitapları mevcut. Vasiyeti üzerine ölümünden sonra bedenini kadavra olarak kullanılması için Cerrahpaşa Hastanesine bağışlayan Dinçmen, insanların sevgisini kazanmış doktor, düşünce adamı ve bir yazar. 

Özellikle "vatan sana canımız feda" nidalarıyla talim yaptıktan sonra sıcak yataklarında yatan askerlerin ve gençlerin bu kitabı okuduktan sonra etkilenmemeleri olanaksız. Eserin birkaç bölümünde bazı okurları rahatsız edebilecek şiddet unsurlarına yer veriliyor fakat savaşı tüm çıplaklığıyla anlatabilmek için yazarın bu duruma değinmesi, özellikle bir savaş romanı için normal karşılanmalı. Yine de romanda şiddet eserin ana teması değil. Savaşta insan psikolojisine yer verilmiş genel olarak. Kitap, Yunanistan'ın faşist dikta yönetimleri sırasında iki kez yasaklanmış. Ülkemizde de birilerinin farkına varması halinde, insanları askerlikten soğuttuğu ileri sürülerek (ki bunda haklılık payı olduğunu da düşünüyorum) kitaba yasak getirilebileceği aklımdan geçmedi değil. Sonuç olarak kitabı beğenerek okuduğumu ve tavsiyeye şayan gördüğümü belirtmek isterim.

5 Ocak 2023 Perşembe

DOKUZ ÖYKÜ - J.D SALINGER

Kitabın Adı: DOKUZ ÖYKÜ

Yazar: Jerome David SALINGER 

Sayfa Sayısı: 168

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Çeviren: Coşkun Yerli 

Türü: Öykü

En çok satan kitaplar arasında sayılan Çavdar Tarlasında Çocuklar romanının Amerikalı yazarı J.D Salinger'le tanışmamı sağlayan ilk kitap oldu Dokuz Öykü. Geçen yıl okuduğum son kitaptı fakat yaklaşık bir haftadır yazar ve eserlerini araştırıyor, anlamaya çalışıyorum. Kitabı kısa süre içinde bitirmiştim fakat hiçbir öykü doğru dürüst bir etki bırakmamıştı üzerimde. Çavdar Tarlasında Çocuklar romanının yazarı J.D.Salinger'in büyük bir hayran kitlesi olduğunu biliyordum. Acaba neyi atlıyorum, herkesin göklere çıkardığı bu yazar bana niye hitap etmedi diyerek kitaptaki öykülerden bazılarını bir kez daha okudum. Yazdığı kitapları okuma sırasında mı yanlışlık yaptım diye sordum kendime. Gerek yazarın hayatı gerekse meşhur romanı hakkında çok sayıda yorum ve inceleme yazısı okudum. Yorumlar izledim, hatta kitabın ilk öyküsü için çekilen Muz Balığı için Mükemmel Bir Gün adlı kısa filmi izledim. Yazarın belgesel niteliğinde bir de biyografik bir filmi var, ilk fırsatta onu da izleyeceğim.

J.D Salinger (1919-2010) Newyork doğumlu, Amerikalı sıra dışı bir yazar. Dokuz Adından da anlaşıldığı üzere Dokuz Öykü kitabı, yazarın 1948-1953 yılları arasında kaleme aldığı dokuz öyküden oluşan bir eser. Lise yıllarından itibaren yazmaya başlayan Salinger'in okul hayatı başarısızlıklarla geçmiş. Bir ara oyunculuğa niyetlenmiş, daha sonra babasının gönderdiği askeri akademiden 1936 yılında mezun olmuş. Salinger, öykülerinin dergilerde yayımlanabilmesi için çaba gösteriyordu. 1941 yılında Amerikalı bir yazarın kızı olan Oona O'Neill ile çıkmaya başladı. 1942 yılında A.B.D'nin İkinci Dünya Savaşına katılmasından sonra askere alındı ve Normandiya Çıkartması dahil sıcak muharebelerin içinde bulundu. Bu sırada sevgilisi O'Neill'in ünlü sanatçı Charlie Chaplin ile evlendiğini gazetelerden öğrendi. Yazdığı çok sayıda öyküyü Amerikan The New Yorker dergisine gönderip yayımlattı. Paris'te bulunduğu sırada Ernest Hemingway'le tanışıp aralarında dostluk başladı. Savaşta yaşadıkları duygusal açıdan yazarı oldukça fazla etkilemişti. Sonraki yıllarda kızına bu döneme ilişkin şöyle diyecekti.

"Ne kadar yaşarsan yaşa, yanan etin kokusunu burnundan hiçbir zaman söküp atamıyorsun.

Kitabı tam olarak beğendiğimi söyleyemem. Bunun dışında yazarın popülerliği ve kitaplarına yapılan övgüler beni yazarı tanımaya yöneltti. Salinger'in yaşam öyküsü çok daha ilginç geldi bana. Bazıları öykülerin yavaş yavaş, sindire sindire okunmasını öneriyor. Ben üç gün içinde kitabı bitirmiştim oysa. Dönüp bazı öyküleri yeni baştan okudum. Özellikle de "Muz Balıkları için Mükemmel Bir Gün" ve "Teddy" adlı öykülere yoğunlaştım. Anlatım tarzı güzel fakat yine de bana bir şey kazandırmadığını düşünüyorum. Yazar yazdığı bazı öykülerden aldığı olumsuz eleştirilerden sonra hayata küsmüş. Daha sonra The New Yorker dergisine yazmış olduğu öyküler büyük beğeni kazanınca yazarla  röportaj yapmak isteyen, fotoğrafını çekmek isteyen birçok muhabir kapısına üşüşmüş. Gösterilen bu ilgiden bunalan yazar çareyi şehir dışında satın aldığı bir çiftlik evinde münzevi bir hayat sürmekte bulmuş. Yazdığı eserlerin sinemaya aktarılması teklifiyle gelen ünlü yönetmenleri geri çevirmiş. Öyle nevrotik bir kişiliğe bürünmüş ki, kapısına gelen muhabirleri yumruklamaya kadar vardırmış işi. Bu vakitten sonra hiçbir kitabını yayımlatmamış. Ölümüne kadar bir sandıkta topladığı çok sayıda yayımlanmamış kitabı olduğu söyleniyor. 

Çiftlik evinde, toplumdan uzak bir hayat sürerken yazar, Glass ailesi adında kurgusal 9 üyeli bir aile yaratmış. Öykülerinde bu aile fertlerine yer veriyor. Dokuz Öykü kitabında da bu karakterlerden bazılarını buluyoruz karşımızda. Ailenin büyük çocuğu Seymour Glass otelin plâjında dokuz yaşlarındaki bir kız çocuğuna anlatıyor.

"Muz dolu bir delikten içeri girerler. Deliğe dalmadan önce basbayağı bir balıktırlar. Ama delikten içeri girdiler mi, domuza dönerler. Neden mi? Öyle muz balıkları bilirim ki delikten içeri girdikten sonra yetmiş seksen muz yediler ondan... Tabii bu kadar muzla öyle şişko olurlar ki delikten çıkamazlar. Kapıdan geçemezler."

Elbette bu muz balığı metaforundan bir şeyler çıkarılabilir. Fakat Seymour'un daha sonra, plâjdan çıkıp otel odasına gitmesi ve yanındaki yatakta karısı uyurken kendi (?) kafasına sıkması karşısında insan şaşırıyor. Kendi kafasına sıktı diyenler olduğu gibi karısının kafasına da sıktı kurşunu diyenler var. Her ne kadar savaşın yol açtığı travmalar nedeniyle kendisine böyle bir son hazırladığı akla gelse de öncesini bilmeden bazı şeyler eksik kalıyor. Teddy adlı son öyküde ise yazar on yaşlarındaki bir çocuğun Uzak Doğu dinlerinden yola çıkıp reenkarnasyon ve felsefe üzerine yaptığı konuşmalardan bahsediliyor. Mevcut eğitim sistemini kıyasıya eleştiriyor bu zeki çocuk. Sözgelimi okullardan filin büyük ve hortumu olan bir hayvan olduğunu öğretmenin yanlış olacağını anlatıyor. Çocuğu filin yanına götüreceksin, fil çocuk hakkında ne biliyorsa çocuk da en çok onun hakkında o kadar bilecek ve kendisi tanıyacak sonunda diyor. Buna benzer sözler her ne kadar doğru olsa da on yaşında bir çocuğun bu sözleri sarf etmesi pek olağan gelmiyor bana. Diğer öyküleri, bir romanın başı ve sonunu ayırıp ortasından birkaç sayfasının alınmış gibi. Sabun köpüğü adeta, akılda pek kalıcı değil. Çeviri fena değil. 

Salinger'in kendisini toplumdan soyutlaması, beraberinde ona daha çok ilgi gösterilmesi, popülerliğinin artması sonucunu getirmiş. Amerika'da en çok satılan on kitaptan biri "Çavdar Tarlasında Çocuklar" Ne olursa olsun ilginç bir yazar J.D Salinger, hâlâ çok seveni var. Kendisi hakkında kesin fikir sahibi olabilmem için "Çavdar Tarlasında Çocuklar" romanını okuyacağım en yakın zamanda. 

31 Aralık 2022 Cumartesi

KARAMAZOV KARDEŞLER - Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI

Kitabın Adı: KARAMAZOV KARDEŞLER

Yazar: Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI 

Sayfa Sayısı: 1025

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Çeviren: Nihal Yalaza TALUY 

Türü: Roman

Dostoyevski'nin baş yapıtı Karamazov Kardeşler en sevdiğim kitaplar arasında liste başına kuruldu. Oldukça hacimli bir kitap olmasına rağmen sürükleyici ve sevdiğim felsefe, din ve psikoloji gibi konulara derinlemesine inen mükemmel bir eser. Birçok yazar ve düşünür tarafından incelenen Karamazov Kardeşler filmlere, dizilere ve oyunlara konu olmuş. 

Yazarın iki yılda tamamladığı dev eser, tasvirleri, diyalogları ve tiratlarıyla dikkat çekiyor. Kullanılan her cümle yerli yerinde, romanın ilerleyen sayfalarında neden-sonuç ilişkisinde bunu görüyoruz, bu bakımdan sağlam bir kurgu ortaya koyuyor. 

Olaylar yazarın yaşadığı dönem olan 19. yüzyılın ikinci yarısında geçiyor. Romanda pek çok karaktere yer verilmiş. Karakterlerden her biri yazarın kendisi ve yakın çevresindeki gerçek kişilerin özelliklerini yansıtıyor. 

Fyodor Pavloviç Karamazov; baba rolüyle romanın ana karakterlerinden biri. Sorumsuz, sadece kendini düşünen, şehvet düşkünü bir adam. İlk evliliğini soylu, varlıklı ve güzel bir kadınla yapıyor ve ilk çocuğu Dimitri (Mitya) doğuyor. Kadın, Pavloviç'e dayanamıyor ve oğlunu babasına bırakıp Petersburg'a kaçıyor. Ancak kısa bir süre sonra arkasında büyük miras bırakıp ölüyor. Pavloviç eline geçen servete çöreklenip oğlu Dimitri ile hiç ilgilenmiyor. Dimitri önce uşak Grigory tarafından daha sonra annesinin yakınları tarafından büyütülüyor. 

Bir süre sonra Pavloviç, ikinci evliliğini bir generalin yetiştirmesi olan bir kızla yapıyor ve bu evlilikten iki oğlu daha, İvan ve Alex (Alyoşa) oluyor. Çocukların doğumundan kısa bir süre sonra ikinci karısı da hayatını kaybediyor. Pavloviç bu çocuklarla da hiç ilgilenmiyor ve eğlencesine, düşkünlüklerine devam ediyor. Bu arada sokaklarda yatan kıt akıllı saf bir kızla ilişkisi neticesinde Smerdyakov adlı bir oğlu daha oluyor ancak Pavloviç bunu inkâr ediyor. Yine de uşak Grigori'nin yanında hizmet etmesine ses çıkarmıyor. 

Yazarın baba Pavloviç karakterinin duygu ve düşüncelerine fazla yer vermediğini söylemek mümkün. Duygu ve düşünceleri kapalı bir kutu, ancak onu dışarıdan, kötülüğün sembolü, zevk ve sefaya düşkün, kimseye faydası olmayan, her gördüğü kadını parasıyla elde etmeye çalışan biri olarak tanıyoruz. Bu özellikleriyle Pavloviç, Dostoyevski'nin gerçek babasına benzetiliyor. Alyoşa dışında bütün çocukları aynı Dostoyevski gibi babalarının ölmesini istiyor. Diğer bir görüş ise, Dostoyevski'nin yaşamı boyunca karakter değişimini farklı yapılara sahip çocuk karakterlere yansıtması. Büyük oğlu İvan, yazarın batı Avrupa'nın etkisiyle kapıldığı nihilist düşüncelere sahip ilk gençlik yıllarını hatırlatmakta. Dimitri (Mitya), yazarın Sibirya sürgününden döndükten sonraki içki ve kumara düşkün, romantik hallerini anımsatıyor. En küçük kardeş Alyoşa ise yazarın son yıllarında dine bağlı ve sevgi dolu halini yansıtmakta. Pavloviç'in gayri meşru oğlu Smerdyakov ise sinsi, akıllı ve sara hastası bir tip. İvan'ın fikirlerinden fazlasıyla etkileniyor. 

Çocuklar büyüdükten sonra Dimitri, teğmenlikten emekli olup babası Pavel'e gidiyor ve annesinden kalan miras payını istiyor. Pavel, Dimitri'ye arada küçük paralar göndermiş olsa da bunlar son derece az geliyor oğluna haklı olarak. Ivan, Petersburg'a gidip doğa bilimleri üzerine çalışıyor, bu arada edebiyatla ilgilenerek kendini geliştiriyor. Küçük Alyoşa şehrin manastırında Zosima adlı, doğa üstü güçlere sahip olduğuna inanılan bir rahibin yanına sığınıyor. Smerdyakov ise aldığı aşçılık eğitiminden sonra Fyodor Pavloviç Karamazov'in konağında aşçı olarak hizmet etmeye başlıyor ve davranışlarıyla babasının güvenini kazanıyor. 

Yıllar sonra aile miras sorununu çözmek için Zosima'nın manastırında toplanıyor. Pavloviç işi dalgaya alıp toplantıyı sabote ediyor. Bu arada Dimitri, toprak sahibi bir kadın olan Katerina Ivanovna ile nişanlanıyor. Dimitri ile Katerina ilişkisi oldukça karışık; nefret ile tutku arasında gidip geliyor. Bu arada Ivan da Katerina'dan hoşlanmaya başlıyor. Dimitri babası Pavel'in özelliklerini taşıdığı için eğlenceye ve kadınlara düşkün. Fakat babasının aksine para buldukça cömertçe çevresine saçıyor. Dimitri sonunda fahişelikle geçimini sağlayan Gruşenka'ya kaptırıyor gönlünü. 

Roman farklı karakterlere sahip kardeşlerin çevreleriyle ilişkilerine, ruhsal durumlarındaki değişikliklere değinerek ilerliyor. Alyoşa'nın her şeye rağmen babasıyla ilişkisi iyi. Sevgi temelli bir yaşam anlayışına sahip ve çevresi tarafından seviliyor. Dimitri ve Ivan ise babalarından nefret ediyor. Smerdyakov, babasına bağlı görünürken Ivan'ın etkisiyle içten içe babasına düşmanca hisler besliyor. Rahip Zosima'nın ölümü Alyoşa'yı derinden etkiliyor. Onun tavsiyesine uyup manastırdan ayrılıyor. 

Benim en sevdiğim kısım İsyan başlığı altında İvan ve Alyoşa'nın masa başında oturup yaptıkları tartışma oldu. Baba figürü üzerinden teolojik sorgulamaları içeren tartışmanın galibi İvan oluyor. Babanın suçundan zavallı çocuklar neden büyük eziyetler çekiyor diyerek Alyoşa'yı köşeye sıkıştırıyor İvan. Sonradan vaat edilen cennet, cehennemin ne anlamı var, hangi masum çocuğun göz yaşlarına değer bu diye soruyor kardeşine. Bu aynı zamanda Ademin şeytan tarafından ayartılıp bütün insanlığa verilmiş çilekeş dünya hayatına karşı bir isyan. Eğer tanrı bu kadar acımasız ise biz insanlar için her şey mubah diyor. Bu düşünce aynı zamanda İvan'ın Smerdyakov'u etkilediği bir husus.

Sonunda olay patlak veriyor. Baba Pavloviç bir gece cinayete kurban gidiyor. Şüpheler iki kişi üzerine yoğunlaşıyor. Bunlardan biri, bütün kanıtların aleyhinde toplandığı Dimitri ve diğeri kurnaz bir şekilde plânını uygulayan Smerdyakov. Dimitri tutuklanıp hapse atılıyor. Mahkemede savcılığın mütalaası ve Dimitri'nin Katerina tarafından özel olarak getirtilen güçlü avukatının savunması detaylı bir şekilde veriliyor. Ne var ki, Katerina daha sonra Gruşenka'yı kıskanıp Dimitri'nin aleyhine tanıklık ediyor.  Karar gününden bir önceki gece Smerdyakov, İvan'a babası Pavloviç'i öldürdüğünü ve parasını çaldığını itiraf ettikten sonra mahkeme gününün sabahında kendini asarak intihar ediyor. İvan ise Smerdyakov'u etkilediğini düşünerek kendini suçlarken kafa karışıklığı sebebiyle halüsinasyonlar görmeye başlamıştır. Son olarak şeytanla konuşur. Tanıkların dinlenmesi sırasında mahkemeden halk jürisi İvan'ın hastalığı dolayısıyla sözlerine önem vermez ve Dimitri haksız yere yirmi yıl sürecek sürgün cezasına çarptırılır. 

Diğer bazı klasik Rus romanlarında görüldüğü üzere akla kıymet veren realist karakterlerin nedense sonu pek parlak olmuyor. Burada da kendini yetiştirmiş, sorgulayan karakter İvan'ın yaşamı şizofreni illetine yakalanmış olarak sonlandırılıyor. Diğer taraftan dini ve milli değerlere bağlı içi sevgiyle dolu Alyoşa ise romanın mutlu ve sevilen bir karakteri olarak gözler önüne serilmekte. Dostoyevski, romanı yazarken önce Smerdyakov karakterine yer vermemiş ve baba katili olarak İvan'ı düşünmüş. İvan realist olduğu kadar romantik bir tip. Her ne kadar isyankâr olsa da düzeni koruması bakımından dinin önemini de kabul ediyor. Aslında kafası son derece karışık. Bu nedenle yazar, gördüğü lüzum üzerine yeni bir karakter yaratarak Smerdyakov'u kurgulamış görünüyor. Smerdyakov ne çevresindeki insanları ne de kendini seven bir tip. Özellikle tanrı çocukları düşünmüyorsa her şey mubah düşüncesinden hareketle babasını öldürürken son derece soğukkanlı. 

Bu arada İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan Nihal Yalaza Taluy çevirisini hatasız ve son derece başarılı bulduğumu söylemek isterim. Karamazov Kardeşler, gerek kurgusu, gerek anlatım tarzı, gerekse ele aldığı konular bakımından sindire sindire, defalarca okunması gereken bir eser. Özellikle psikoloji dalında henüz adının konulmadığı pek çok davranış Freud gibi bilim adamlarına rehber olmuş. Cinayetten sonra mahkemenin yargılama süreci hukuk derslerinde örnek gösterilmiş. Felsefe üzerinde pek çok insanı etkilemiş. Şiddetle tavsiye edeceğim bir roman, Karamazov Kardeşler...       

28 Aralık 2022 Çarşamba

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) - ARALIK (4. AY)

 Algernon'a Çiçekler - Daniel KEYES 


Çeviren: Handan Ünlü HAKTANIR

Yayınevi: Koridor Yayıncılık

Sayfa Sayısı: 325

Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri, değerli okurlar: "she is the man" arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünde bu ay sevgili "Dövüşürken Hanımefendi Değilim" arkadaşımız tarafından önerilen Daniel Keyes'in "Algernon'a Çiçekler" romanını değerlendirip tartışacağız. Ocak ayının BKK ev sahibi, "Sevimli Kitaplar" arkadaşımızın seçtiği kitap, yazar Honore de Balzac'ın "Goriot Baba" adlı romanı. Kulüp üyelerine ve bütün kitapseverlere keyifli okumalar dilerim. 

Daniel Keyes (1927-1986) New York doğumlu Yahudi bir yazar. Önce kısa öykü olarak yazdığı Algernon'a Çiçekler adlı romanıyla tanınıyor. Kitap bilim kurgu türünde olup zekâ geriliğinden mustarip Charlie Gordon'un günlüklerinden ibarettir. Bazı bölümlerde geçen tıbbi terimlerden yazarın doktor olduğunu tahmin ediyordum. Daniel Keyes, psikoloji eğitimi aldığı halde yazarlığı tercih tercih etmiş. 1966 yılında yayımlanan Algernon'a Çiçekler, sonraki yıllarda pek çok dizi filme, filme ve tiyatro oyununa ilham kaynağı olmuş. 

Mantık dışı fantezi öğeler içeren kitapları pek tercih etmem. Ancak bu kitap insan ve toplumun davranışı ve etik değerleri masaya yatırırken uzak gelecekte gerçekleşmesi mümkün bir olayı gündeme taşımakta. 1999 yılında Princeton Üniversitesinde fareler üzerinde yapılan bir deney tam da kitapta yazılanları kurgu olmaktan çıkaracak gibi. Araştırmanın sonuçlarına göre tek genin eklenmesi öğrenmeyi ve hafızayı geliştirebiliyor. Princeton Üniversitesi araştırmacıları, gelecekte bilim adamlarının, insan zekâsını arttırma yeteneği kazandırmada, demans ve Alzheimer hastalıkları tedavisinin yolunu açabilecek önemli gelişmeler kaydettiklerini, bu çalışmaların bir aşaması olarak genetiği değiştirilen farelerin hafızalarında gelişim tespit ettiklerini belirtiyorlar. 

Kitap Eflatun'un Devlet adlı kitabından bir alıntıyla başlıyor. "Aklı başında olan herkes, insan gözünün iki nedenden dolayı şaşkınlık geçirdiğini ve iyi göremediğini bilir. Birinci neden, insanın aydınlıktan karanlığa geçmesi, ikinci neden ise karanlıktan aydınlığa çıkmasıdır." Bu sözler romanın baş kahramanı Charlie Gordon'un yaşamış olduğu değişimi çağrıştırmakta.

Algernon'a Çiçekler romanının beklentimin üzerinde ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Hikâyenin konusu şöyle:

Charlie Gordon, otuzlu yaşların başında normalin altında zekâya sahip 32 yaşında bir gençtir. Ailesi tarafından dışlanan ve Warren Devlet Bakımevine gönderilmek istenen Charlie, amcasının yardımıyla bir arkadaşının fırınında işe koyulur. Aynı zamanda da okuma yazma öğrenmesi için yetişkin engellilere eğitimi veren Beekman kolejine gider. O sırada zekâyı arttırmayı amaçlayan yeni bir cerrahi tekniği fareler üzerinde başarıyla deneyen Profesör Nemur ve Dr. Strauss için  tam aradıkları kişidir Charlie. Motivasyonuyla dikkatleri üzerine çeken Charlie, öğretmeni Alice Kinnian'ın da önerisiyle denek olmayı kabul eder.

Bu noktada dikkati çeken etik bir sorun söz konusu. Düşük seviyede zekâya sahip bir kişi, sonucu belli olmayan bir deneyde denek olma kararını verebilir mi? Ya da ebeveynleri, yakınları böyle bir kararda nasıl söz sahibi olabilirler? Doktorlar bu deneyde Charlie'nin denek olarak kullanılması ve onlardan onay almak için annesini ve kız kardeşini bulur. Her ikisi de yıllar önce Charlie'yi başlarından atmışlardır, hatta onun Warren Devlet Bakımevinde öldüğüne inanmaktadırlar. Charlie'nin annesi Rose ilginç bir karakterdir. Çocukken Charlie'nin üzerine çok düşer ve aklını kullanması için evlâdına büyük baskı yapar. Charlie kendisi için bir utanç vesilesidir. Çocuğun hastalığını kabul etmez ve şiddet uygular. Birkaç yıl sonra kızı, Norma doğar. Norma, normal bir çocuktur. Rose bunun üzerine hatanın kendisinden kaynaklanmadığını düşünerek kızına zarar vermesinden korktuğu Charlie'yi dışlar. Babası berber malzemeleri satan bir adamdır. Charlie'nin diğer çocuklardan farklı olduğunu görmektedir ve karısının durumu kabullenip anlayışlı olmasını istese de başarılı olamaz. Bu nedenle karısından ayrılıp ayrı yaşamaya karar verir. Norma da okul çağına gelince arkadaşlarının ağabeyi ile eğlenmesinden dolayı aynı annesi Rose gibi rahatsız olmaktadır ve her ikisi de Charlie'yi kendilerini utandıran bir kişi olarak görmektedirler. Charlie'nin denek olması için onayı kardeşi Norma verir, çünkü annesi Rose demans hastası olmuş ve ayrı bir yerde yaşayan kızı tarafından gözetim altında tutulmaktadır.

Gelelim Charlie'ye. Operasyon öncesinde ailesinin kötü tavrını, fırında çalışırken yaptığı sakarlıklar ve beceriksizlikler yüzünden arkadaşlarının alaya almasını, kendisiyle gülüp eğlenmelerini algılamaktan yoksun bir zekâya sahip olduğu için onlar hakkında hiçbir zaman kötü düşünmez. Öyle ki, arkadaşları onunla dalga geçerken düştüğü komik durumlar karşısında onlarla beraber güler. Sonuçta çevresi ve bütün arkadaşları tarafından sevilen mutlu bir insandır. Operasyondan sonra zekâsı ve hafızası süratle gelişir ve kibirli, başkalarını ezmekten, çevresindekilerin kalbini kırmaktan hoşlanan bir karaktere dönüşür. Zekâsı nedeniyle ondan çekinen arkadaşları yanından uzaklaşır, hatta çalışmakta olduğu fırının sahibine şikâyet edip işten atılmasını sağlarlar. Bu durum Charlie'yi iyice yalnızlığa iter. Araştırmaya destek veren vakıf Charlie'ye bir maaş bağlar ve onun kendini geliştirmesinde her türlü desteği verir.

Doktorların tutmasını istediği günlüklerde Charlie'nin önceden yaptığı yazım hataları ortadan kalkmış ve kısa zamanda bir sürü kaynaktan her türlü bilgiyi sünger gibi hafızasına çekmeye başlamıştır. Birçok dil öğrenir kısa zamanda. Bu durum öylesine bir hal alır ki, onu ameliyat eden doktorlardan daha fazla bilgiye sahip hale gelir ve zekâsıyla onları yeneceğini iddia eder. Kendisini ameliyat eden Profesör Norman'ı verdiği bir konferans sırasında rezil eder. Çünkü operasyondan belli bir süre sonra zekâdaki ilerlemenin duracağına ve tersine dönüp belki ilk seviyesinin de altına düşeceğini anlamıştır. Charlie, doktorların bilim dünyasında yer etmek için kendisini bir insan olarak değil, bir kobay olarak kullandıklarını inanmaktadır. Elde ettiği sonuçları kanıtlarıyla birlikte toplayarak "Algernon-Gordon Etkisi" adında bir rapor hazırlayıp yayımlar. 

Zaman ilerledikçe üstün zekâya erişen Charlie, geçmişi, çocukluk günlerini hatırlamaya başlar. Yalnızlığının bir diğer sebebi de duygusal zekâsının aynı oranda gelişmemesidir. Bu nedenle sevgi alışverişinde zorlanmaktadır. Sık sık rüyalarında ve kurduğu hayallerde çocuk Charlie çıkar karşısına. Onu gözlerken adeta kendisine bir şeyler anlattığını düşünür. Bu arada öğretmeni Alice'e aşık olur ve onunla bir ilişkisi olur, ancak zekâsının Charlie'nin kişiliğini değiştirdiğini iddia eden Alice ondan ayrılır. Charlie, kiralamış olduğu evde dansçı komşusuyla yaşadığı ilişkiyi de sürdüremez. Yazar, romanında, bu ilişkilere nahif bir şekilde yer vermesine rağmen ahlâk bekçilerinin hücumuna uğramıştır. Ayrıca yayıncılar hikâyenin mutlu bir sonla bitirilmesi için baskı yaparlar ama yazar bunu kabul etmez. Bu gibi nedenlerle roman bir süre bazı eyaletlerde yasaklı kitaplar listesine alınır. 

Günlüklerde Charlie'nin kobay fare Algernon ile duygusal bir iletişim kurduğunu görüyoruz. Algernon ilerleyen zaman içinde beklendiği gibi zekâ üstünlüğünü kaybeder ve sonra ölür. Charlie onu alıp oturduğu evin bahçesine gömer. Kendisinde meydana gelen gerilemenin de farkındadır. Hafızası zayıflamış ve günlüklerini yazarken yeniden yazım hataları yapmaya başlamıştır. Hiç hatırlayamadığı babasını, annesi Rose'u ve kız kardeşi Norma'yı ziyaret eder. Babası onu tanımaz bile. Diğerlerinin hatalarını yüzlerine vurmaz ikisini de sevgiyle kucaklar. Daha önce çalıştığı fırına gider iş yeri sahibi ile görüşüp kendisine bir şans daha vermesini ister. Zekâ düzeyinin eski haline gelmesiyle birlikte arkadaşları onu kucaklar ve yeniden aralarına alır, böylelikle eski düzenine kavuşmuştur. Charlie günlüğünün son sayfalarında kader arkadaşı gördüğü Algernon'u unutmaz ve günlüğüne evinin arka bahçesindeki Algernon'un mezarına çiçekler bırakılmasını ister. 

Dramatik bir finale sahip romanın psikolojik yönü etkileyiciydi. Zeki insanlar daha yalnız, daha mutsuz olurken zekâsı normal seviyenin altındaki kişilerin daha geniş arkadaş çevresine sahip ve daha mutlu olduklarına şahit oluyoruz. Bunun doğruluğunu çevremizden gözlemlemek mümkün aslında. Ben ileri zekalıyım diyerek kibirle dolaşan insanların aslında yalnızlık acısı çektiğini düşünebiliriz. Zekâsı normalin altında olan kişiler ise kendileriyle dalga geçilmesi halinde bile durumu kavrayamadıkları zaman daha mutlu olabiliyorlar. Şantiyelerimden birinde yaşadığım bir olay geldi aklıma. Aynı Charlie gibi, Yaşar adında zekâ özürlü,  bir genç vardı. Kontrol şefinin önerisi üzerine sigortalı işe almıştım. Tuvaletler dahil her türlü temizliğin hakkını vererek yapıyordu. Maaş günü gelince iyice keyiflenirdi. Sanırım o zamanlar yeni banknotlar çıkmış, muhasebe ona bütün para verince gidip kontrol amirine beni şikayet etmişti. Olayı öğrendikten sonra muhasebeyi aradım. Muhasebe bu kez Yaşar'a aynı parayı daha küçük parçalara bölerek verince dünyalar onun olmuştu. Çevresindeki arkadaşları çok uğraşırdı Yaşar'la. Fakat onlara Charlie gibi gülmez, eğlenmelerine, kendisiyle uğraşmalarına bozulur bana ya da kontrol amirine şikayet ederdi. Şantiye süresince hep koruduk onu, şimdi ne alemde kim bilir?

12 Aralık 2022 Pazartesi

BİR YAHUDİ AİLESİ - BRIGITTE PESKINE

Kitabın Adı: BİR YAHUDİ AİLESİ / 2

Yazar: Brigitte PESKINE 

Sayfa Sayısı: 288

Yayınevi: İnkilâp Yayınları

Çeviren: Aylin YENGİN

Türü: Roman

Paris doğumlu yazar, Brigitte Peskine (1951-2020) yazmaya başladıktan sonra Strazburg'a taşındı. Dört yıl sonra kocası ve çocuklarıyla birlikte Venezuela'da yaşamaya karar verdiler. 1981 yılında Paris'e dönüp çocuk ve yetişkin edebiyatında eserler veren yazar, romanlarının yanı sıra senaryo yazarlığı, TV programcılığı yaptı ve iki de denemesi yayımlandı. Bir Yahudi Ailesi, orijinal adıyla Buena Familia, yazarın yedinci romanı. İkinci Dünya Savaşı'nın Ateşinde, ailenin  yaşamını konu eden romanın 1935-1955 yılları arasında geçen ikinci bölümü. Henüz okumadığım ilk bölümde hikâyenin baş kahramanı Rebecca Gategno'nun İstanbul'da, bir yahudi mahallesinde geçen çocukluk ve gençlik yılları anlatılıyormuş. Birinci Dünya Savaşı yıllarını da kapsayan bu dönemde ailesinden ilgi ve destek görmediğinden yakınan Rebecca yaşamının her döneminde Hasköy'deki evlerini, oradaki aile ilişkilerini her fırsatta hatırlamadan edemiyor yine de. 

Kurgu bir hikâye olmasına rağmen roman, kalabalık yahudi ailesi fertlerinin dünyanın farklı köşelerine sürüklendiği acılarla dolu yaşamı gerçek bir yaşam öyküsü tadında gerçekçi bir dille aktarıyor okura. Yazar, yaşamının bir bölümünü geçirdiği Güney Amerika ülkesi Venezuela'ya Rebecca'nın yaşamında yer vermek suretiyle ülkedeki siyasal çatışmaların ve iç savaşın aile üzerindeki etkilerinden bahsediyor.

Rebecca Gategno, idealist bir karakter fakat kader onu kuru bir yaprak gibi önüne almış sürüklemekte. Ailesinin isteği üzerine, bir hastalık sonucu geride üç çocuk bırakarak yaşama veda eden ablasının yerini almasıyla ilk darbeyi alıyor. Sırf çocuklar ortada kalmasın diye Paris'te eniştesiyle evlenmesi geleneğin bir parçası. Rebecca'nın en büyük destekçisi, çocukluk yıllarını birlikte geçirdiği, farklı bir anneden doğmuş kız kardeşi Simone. Çocuklar büyüdükten sonra Simone onu yaşamakta olduğu Venezuela'nın başkenti Caracas'a çağırıyor. Orada zorunlu olarak evlendiği ilk eşinden boşanarak hayatının aşkı Maurice ile evleniyor ve kısa süre sonra biri kız diğeri erkek ikiz çocukları oluyor. Rebecca'nın kafasına yakın bulduğu diğer bir kişi de Simone'ın bir gecelik ilişki sonucu dünyaya gelen oğlu Jacques. Jacques ve Rebecca'nın eşi Maurice ülkedeki faşist dikta rejimine karşı eylemlerin içinde yer alıyor ve sürekli gizlenmek zorunda kalıyorlar. Rebecca yalnız başına zor şartlar altında çocuklarını büyütmeye çalışıyor. Yakalandığı bulaşıcı bir hastalık nedeniyle kızı Sarah'ı dört yaşında kaybettikten sonra ikizlerden Meir'i yanına alıp Simone'a sığınmak zorunda kalıyor. Bu arada kendini yazmaya veriyor, öyküler ve Kızılderilileri konu alan bir roman yazıyor. Rebecca oldukça geniş bir aileye sahip. Sık sık aile içi evlilikler yapılıyor. Sekiz kardeşten her biri ve onların çocukları farklı ülkelerde İkinci Dünya Savaşı yıllarının sıkıntılarını yaşıyorlar. Simone bir süre sonra sakat doğan kızı Regine'i ameliyat ettirmek için Amerika'da yaşayan oğlu Leon'un yanına gidiyor. Kardeşlerden biri üç çocuğuyla Cezayir'de yaşıyor. Aradaki mesafelere aldırmadan aile bireyleri birbirinden kopmuyor zaman zaman bir araya geliyor ve aralarında mektuplaşıyorlar. Paris'te kalıp kurtulmayı başaramayanlar elbette Hitler'in zulmüne uğrayıp toplama kamplarına gönderiliyor. Kızı Sarah'ı kaybetmenin acısına dayanamayan Rebecca, aile bireylerinin akıbetini araştırmak üzere Paris'e gidiyor. Orada toplama kampından kurtarılan Jacques'ın sevgilisi Hannah'ın arkadaşı Flora'yla tanışıyor. Venezuela'ya döndüğünde eşi Maurice faşist diktatörü devirmiş ve ülke yönetimini ele geçirmiştir. Fakat karşı devrimciler faaliyetlerine devam etmektedir. Yeniden Venezuela'ya dönen Rebecca, Rodos adasında 1600 Yahudi'yle birlikte gemilere yüklenip toplama kampına götürülen Flora'nın yaşadıklarından etkilenip yeni bir roman yazıyor. Yazdığı kurgusal öyküde Flora'nın adının geçmesinin genç kızı rahatsız edeceğini düşünen Rebecca bunu kendisine dert etmektedir. Psikolojik bunalıma giren Rebecca tedavi olduğu sırada romanı çalınır. Bu arada oğlu Meir büyümüş ve yeni kurulan İsrail devletinde yaşamaya karar vermiştir. Maurice biraz durulmuş ve o da bir roman yazmıştır. Yazdığı roman tesadüfen bulunan Rebecca'nınkinden daha fazla tutulur. Maurice, Rebecca'nın arzusuna göre arayıp satın aldığı bir sayfiye evinde son yıllarını hastalıkla geçirir ve yaşamı sona erer. Öykü Jacques'ın Rebecca'ya Paraguay'dan yazdığı kısa bir mektupla son bulur. Mektupta Jacques, Hannah'dan olan ve Sarah adını verdiği çocuğu ile birlikte Rebecca'yı İstanbul'da tarihi bir yolculuğa çıkarmayı teklif etmektedir.

İkinci Dünya Savaşı'nın Ateşinde Bir Yahudi Ailesi, sadece olayların birbiri arkasına sıralandığı bir roman değil. Rebecca karakterinde Yahudi bir kadının yeni bir hayat kurma mücadelesinde aile bağlarından kopamamanın verdiği sancıları ve yaşadığı ruhsal sıkıntıları konu ediyor. Tahmin ettiğimin aksine Yahudi soykırımında yapılan zulümlerin, acıların detayına pek inilmiyor. Rebecca, Siyonizm idealine uzak fakat ister istemez "Buena Familia" dediği ailesinin ve köklerinin adet, gelenek ve göreneklerinden kurtaramıyor kendini. Bu yönüyle roman psikolojik özellikler de taşıyor. 

"Saçlarım bembeyazdı, ama elli yaşında göstermiyordum. Derler ki, deliler hiç yaşlanmazmış. Tam anlamıyla deli sayılmazdım. Boştum yalnızca. İnsan boş olduğunda mutsuz değildir. Mutlu da değildir. Zaman geçer, hepsi bu. Canı acır, canı inanılmaz derecede acır, bu yüzden uzaklara gider, hep daha uzağa, acıyı arkasında bırakmak için. Durup dinlenmeden. Sürekli başka yerlere."

Kitabın arkasında sonradan fark ettiğim karışık bir soyağacı çizelgesi var. Yaklaşık otuz kişinin yer aldığı tabloda ismi geçenlerden çoğu romanın bir yerinde karşımıza çıkıyor. Romanı gerek konusu gerekse anlatım tarzı bakımından beğendim. Okuduktan sonra benimki de hayat mı diyesi geliyor insanın. Yazar öylesine gerçekçi anlatmış ki hikâyeyi, yaşadıklarım, Rebecca'nın yaşadıklarının yanında ne kadar yavan kaldığı hissi kaplıyor içimi. Romana ilk bölümünden başlamak tercih edilse de doğrudan ikinci bölümü okumak pek bir şey kaybettirmiyor. İlginç yaşam öykülerinden hoşlanan okurlara öneririm. Bu arada, çevirisinin de gayet iyi yapıldığını söyledim mi?      

6 Aralık 2022 Salı

YERALTINDAN NOTLAR - FYODOR DOSTOYEVSKI

Kitabın Adı: YERALTINDAN NOTLAR

Yazar: Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI

Sayfa Sayısı: 151

Yayınevi: Türkiye İş bankası Kültür Yayınları

Çeviren: Nihal Yalaza TALUY 

Türü: Roman

Yeraltından Notlar kitabında, Dostoyevski toplumun aydın kesimlerine ve düzene karşı bir nevi meydan okuyor. Rus yazarın Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler gibi dev eserlerinin bir  habercisi olarak kabul edilen bu kısa romana uzun hikâye olarak da kabul edilebilir aslında. Konusu, St. Petersburg'da yalnız başına yaşarken varoluş krizleri içinde debelenen kırk yaşındaki bir memurun bilinçaltında oluşan çatışmalarının dışavurumu şeklinde özetlenebilir. 

Fyodor Dostoyevski'nin bir kez daha gönlümü fethettiğini söylemekle başlayayım satırlarıma. Romanın baş kahramanı olan isimsiz şahıs, aynı zamanda baştan sona tek anlatıcı. Yazar, bu kahramana bir isim verseydi eğer, muhtemelen Bazarov ya da Oblomov gibi akıllardan silinmeyecek bir karakter çıkardı ortaya. Kitabın adı, legal olmayan, gizli bir takım entrikaları çağrıştırsa da, önce şu "yeraltı" sözcüğüne açıklık getirmekte fayda var. Yazar "yeraltı" sözcüğüyle roman kahramanının iç dünyasını, bilinçaltını kastederken, insanın dışa açılan yüzü için ise "canlı hayat" sözcüğünü kullanıyor. 

Kahramanımız çevresiyle uyum sağlayamadığı için kendini yalnız hisseden, kompleksli, sık sık hezeyanlar geçiren arızalı bir tip. Bunun kendisi de farkında aslında. Daha kitabın başında şu sözlerle belli ediyor kendini.

"Ben hasta bir adamım... Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben. Galiba karaciğerimden zorum var. Doğrusu hastalığımın ne olduğunun da farkında değilim ya, hatta neremin ağrıdığını bile iyice bilmiyorum."

Adamcağız bir bakıyorsunuz değişiyor, benim neyim eksik havasına girerek az önce dediklerinin aksi bir düşünce içerisinde buluyor kendini. 

"Kendimi daima etrafımdakilerin hepsinden akıllı sayar, hatta inanır mısınız, bazen de bu yüzden utanç duyardım. Zaten hayatımda kimsenin yüzüne doğruca bakamaz, hep bakışlarımı kaçırırdım."

Yazarın her cümlesinden büyük keyif alıyor insan. Roman iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde kahramanımız büyük bir içtenlikle okuru karşısına alarak içini dışını döküyor. Böylelikle kafasında neler döndüğünü, nasıl biri olduğunu yani hem içini hem dışını anlatıyor. İkinci bölümde ise yaşadığı bir olaydan bahsediyor. Açık söylemek gerekirse ilk bölümde nasıl bir adam bu, bir dediği bir dediğini tutmuyor diyerek anlamaya çabaladım. Öyle ki, bir şeyler anlatırken okurla diyaloga geçip, inandınız mı bu söylediklerime, elbette öyle değil, sizi kandırdım ben diyecek kadar kafa buluyor. 

Roman sadece komik yanları olan sıradan bir kitap değil. Aforizmalarıyla, felsefi, sosyolojik, siyasal ve psikolojik yönleriyle insanı düşünmeye sevk eden muhteşem bir eser. Toplumun ve tabiatın insana biçtiği role isyanını varoluşçu fikirlerle ortaya koyuyor aynı zamanda. 

"Doğa size danışmaz; beğenmediğiniz, şahsi istekleriniz ona vız gelir... Hey Tanrım, ya herhangi bir sebeple bu kanunlarından, iki kere iki dört etmesinden hoşlanmıyorsam, tabiat kanunlarından, iki kere ikinin dört etmesinden bana ne? Şüphesiz böyle bir duvarın hakkından gelmeye gücüm yetmezse boşu boşuna yırtınacak değilim, ama karşımda gücümün yetmediği bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam.

İnsanda tekrar tekrar okuma hissi uyandıracak böylesine bir kitapla karşılaştığımı hatırlamıyorum. Roman aynı zamanda pek çok tiyatroya konu olmuş, filmleri çekilmiş. Kitabı okuduktan sonra Zeki Demirkubuz'un yönettiği, başrolde Engin Günaydın rol aldığı 2012 yapımı filmi de beğenerek izledim fakat kitabın yeri bambaşkaydı elbette.

İkinci bölümde nadiren görüştüğü bir arkadaşını ziyaret eder kahramanımız. Orada tanıdığı birkaç arkadaşı daha vardır. Sohbet sırasında ortak arkadaşlarına sürpriz bir veda yemeği vermeye karar verirler. Kahramanımız zorla da olsa bu yemeğe davet ettirir kendini. Zorla diyorum çünkü arkadaşları onun arızalı bir tip olduğunu ve yemeğin tadını kaçıracağını az çok tahmin etmektedirler. Nitekim yemekte beklendiği üzere bizimki biraz da alkolün etkisiyle sapıtır. Arkadaşları onu restoranda  bırakıp bir randevuevine gitmek üzere yanından ayrılır. Adamımız hayal meyal gidecekleri yeri hatırlamış ve bir arabaya atlayıp peşlerine takılmaya karar verir. Gittiği yerde arkadaşlarını göremese de orada çalışan bir fahişeyle aralarında hayata dair ilginç diyaloglar gelişir. Sabaha karşı kadının yanından ayrılırken ona adresini bırakır. Kahramanımız bir yandan kadının kendisini ziyaret etmesini beklerken bir yandan içinde bulunduğu sefil durumunu göstermek istememektedir. 

"Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağından eminim, zira hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta "canlı hayata" karşı adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz. Öyle bir hale gelmişiz ki, gerçek "canlı hayat" bize adeta bir iş, bir ödev gibi görünüyor, onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz."

Son olarak çevirinin başarılı olduğunu belirterek yazımı tamamlarken klasik meraklılarına bu kitabı okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum.

30 Kasım 2022 Çarşamba

YERYÜZÜNE DAYANABİLMEK İÇİN - TEZER ÖZLÜ

Kitabın Adı: Yeryüzüne Dayanabilmek İçin

Yazar: Tezer ÖZLÜ 

Sayfa Sayısı: 165

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Türü: Deneme

Tezer Özlü sevdiğim bir yazar. "Yeryüzüne Dayanabilmek İçin" kitabı, kargoyu bedavaya getirebilmek için ilk kez internet üzerinden toplu sipariş ettiğim yedi kitaptan bir tanesi. O zaman sadece yazarın ve kitabın adına bakıp seçmiştim. Eğer kitapçıdan almaya kalksaydım, içini şöyle bir karıştırır, sonra içeriğine bakıp muhtemelen vazgeçerdim. Kitap, yazar Tezer Özlü'nün ölümünden sonra, gazete ve dergilerde yayımlanmış sanatsal yazılarından bazılarının kardeşi Sezer Duru tarafından derlenerek hazırlanmış. Başta Franz Kafka olmak üzere Cesare Pavase, Stefan Zweig, Sevgi Soysal gibi yazarlar hakkında Özlü'nün değerlendirmeleriyle başlıyor kitap ve yazarın katıldığı fuar ve festivallere ilişkin dünya edebiyatı, sinemayla ilgili izlenimleri ve eleştirileriyle devam ediyor. 

Yazar, yaşamının bir bölümünü geçirdiği ve diline son derece hakim olduğu Almanya'da süregelen sanatsal ve kültürel etkinlikleri ülkemiz okurlarına aktarırken iki ülke arasındaki farkı gözler önüne seriyor.

Tezer Özlü'nün daima intiharı düşünen karamsar bir yazar olduğuna inanmıyorum. Tam aksine şöyle diyor kitabın ilk sayfalarında:
"Aslında kuzeyi, güneyi, kuzeybatıyı ve geçmiş bütün zamanları, burada, Akdeniz duyarlığı içinde ve bu üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mutluluğuna ermiş, otuz yıllık yaşamlarına bir asrın olayları sığdırılmış ender mutlu insanlardan biri sayıyorum kendimi. Her olaydan ve her sıkıntıdan çok şey öğrenileceğine inanıyorum." Bu sözlerle hayata bağlılığını ortaya koyan Tezer, İsviçre'nin bir dağ köyünde hayatı boyunca İtalya'ya bile inmemiş, öyle havaya, göle, ineklere ve çayırlara bakan insanların yaşamını mutluluktan saymadığını anlatıyor kitapta.

Yazmak bir tutku Tezer Özlü için. Neden yazılır sorusuna şöyle cevap veriyor bir yazısında. 
"Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye anlatmak ya da kendi kendine kanıtlamak için yazı yazılır." Tezer Özlü konuya ilişkin son cümlesinde "Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum" diyor. 
          
Başta Almanya'nın Berlin şehri olmak üzere İsviçre Locarno ve Cannes film festivalleri, kitap  fuarları, ödül kazanan yönetmenlerle, yazarlarla yapılan söyleşiler, eleştiriler, oyuncular kitabın büyük bir kısmını oluşturuyor. Özellikle yönetmen ve yazarların doğum tarihlerinin 1930'lu yıllara denk gelmesi günümüz sanatından ziyade tarihsel bir süreci göstermesi bakımından ilginç Gerek ödül alan filmler, yönetmenler ve oyuncular ilgi alanım olmadığı için pek aklımda yer etmedi. Okuyup geçtim. Ancak özellikle Almanya'daki yayınevi ve sahne sayılarının o tarihlerde ülkemizdekilerle mukayese edilemeyecek kadar fazla olduğunu dile getirmiş olması aradan geçen kırk yıldan sonra iki ülkenin gelişme düzeyindeki farkı da ortaya koyuyor bir bakıma.

"İnsanlar ve politikacılar kendi yarattıkları sistemin tutsağı oldular." diyen Sovyet yönetmen Andrei Tarkovski, aslında kolay kolay röportaj vermeyen biri. Fakat nasıl olduysa 1983'un kasım ayında gazeteci ve psikiyatrist Irena Brezna kendisinden bir randevu kopartmayı başarıyor. Tezer Özlü, gazetecinin güncel feminizmi vurgulayan sorulara katılmadığını belirtirken Tarkovski'nin yanıtlarını Türk okuru için ilginç bulduğunu söyleyerek dilimize çevirmiş. Gerçekten de kitabın en çok beğendiğim bölümlerden biri de bu diyebilirim. Muhteşem bir röportaj olmuş ikisi arasında.

Kitabın tamamı bana hitap etmedi fakat içeriğinde beğenerek okuduğum bölümler, film festivalleri, kitap fuarları hakkında genel kültür adına faydalandığım kısımlar vardı. Özellikle film sanatına ve kırk yıl öncesinin ikinci dünya savaşını yaşayan, yaşarken de ülkeden ülkeye göçmek zorunda kalmış, bu yüzden de kendilerini dünya vatandaşı gören yazarları, yönetmen ve oyuncuları merak edenler kitaptan daha çok hoşlanacaklardır. 

28 Kasım 2022 Pazartesi

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) - KASIM (3. AY)

Babalar ve Oğullar - Ivan Sergeyeviç TURGENYEV


Çeviren: Ergin ALTAY

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Sayfa Sayısı: 260

Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri, değerli okurlar: "she is the man" arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünde bu ay, sevgili "Şule Uzundere" arkadaşımız tarafından önerilen Ivan Sergeyeviç Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar" romanını değerlendirip tartışacağız. Aralık ayının BKK ev sahibi, "she is the man", arkadaşımızın seçtiği kitap ise, yazar Daniel Keyes'in "Algernon'a Çiçekler" adlı romanı. Kulüp üyelerine ve bütün kitapseverlere iyi okumalar dilerim. 

Rus yazar, Ivan Sergeyeviç Turgenyev (1818-1883) soylu bir ailenin çocuğu olarak Oryol'da doğdu. Süvari albayı bir baba ile okumuş, eğitime, kültüre düşkün fakat oldukça sert mizaçlı, arazilerinde çalışan 5.000 kadar toprak kölesini kırbaçlatacak kadar acımasız bir annenin oğludur. Turgenyev 9 yaşındayken ailecek Moskova'ya göçerler. Burada özel okullarda özel öğretmenlerden ders alır, Almanca, Fransızca ve İngilizceyi ana dili gibi öğrenir. Moskova ve Petersburg üniversitelerinde eğitim alarak felsefe bölümünü bitirir. Çevresini oluşturan insanlar genellikle toprak köleliğine karşı duran, aydın kesimdendir. İlk ciddi çalışmalarına 1842 yılında başlar. Puşkin'in ortaya attığı ve Gogol'un geliştirdiği gerçekçilik akımında eserler vermeye başlar. 1852 yılında Gogol'un ölümü üzerine yazdığı bir yazı sansüre uğrar ve bu nedenle bir ay hapis yatar, bir yıl da polis gözetiminde yaşar. Dönemin ünlü Rus yazarları Tolstoy ve Dostoyevski ile inişli çıkışlı ilişkileri vardır. Soylu çevrelerde Turgenyev bu ikiliden daha fazla tanınmaktadır. Tolstoy'la uzun bir küslük dönemine rağmen birbirlerinden beslenirler. Oysa Dostoyevski'yle aralarında ciddi fikri uyuşmazlıklar vardır. Turgenyev zengin, iyimser, Alman hayranı liberal bir batıcı, Dostoyevski borç içinde yüzen, pesimist, koyu bir Rus milliyetçisidir. Dostoyevski'yle, her zaman makul ve mantıklı olan Turgenyev, her bakımdan birbirine zıt iki karakterdir.      

Babalar ve Oğullar kitabına başlamadan evvel konunun kuşaklar arası bir çatışma üzerine kurgulandığını az çok tahmin ediyordum. Rus klasiklerini sevdiğim için Turgenyev'in bu eserinden de  zevk alacaktım şüphesiz. Özellikle, Ecinni adlı romanındaki anarşist yazar karakteriyle üstü kapalı bir şekilde yazarı hicveden Dostoyevski ile aralarında süregelen fikir ayrılıkları ilgimi çekmişti. Eser, Rusya'nın bir kasabasında, ülkede yapılan toprak reformunun hemen ardından, 1859 yılındaki aristokrat aileler ile batılı eğitim alarak radikal fikirlere sahip olmuş çocukları arasında ortaya çıkan anlayış farklılıklarını konu etmekte. Çarlık Rusya'sında gençler arasında hayli taraftar bulan Nihilizm akımı, gerek devlet yönetimi gerekse toplum ve aile için ciddi bir tehlike olarak değerlendirilmiştir.

Okuması kolay ve zevkli, karakterleriyle akılda kalıcı bir kitap Babalar ve Oğullar. Özellikle nihilist bir genç olan Bazarov karakteri okurun hafızasında yer bırakacak cinsten. Nihilizm hakkında yüzeysel bilgilerimi biraz derinleştirdiğimde aslında söz konusu akımın sadece "her şeyi boş vermek", "tüm sorumluluklardan kurtulmak", "her şeyin değersiz olmak" demek olmadığı sonucuna vardım. Nihilizm, tam aksine her şeyin anlamını arama, pozitif bilimler doğrultusunda nedenler üzerine, araştırma ve keşfetme felsefesi. Nihilizm, en basit anlamıyla gerçekçilik ve pozitif bilimlerin ihtiyaç duyduğu şüphe ve kanıtlama içeren bir düşüncedir. Bu akımın temsilcilerinden Arthur Schopenhauer ve Friedrich Nietzsche'nin varoluş ve insana dair diğer fikirleri bana her zaman yakın gelmiştir. Bununla birlikte Turgenyev'in nihilist Bazarov karakteri Dostoyevski'nin söylediği gibi "uydurma bir karakter" izlenimi bıraktı bende. Sözgelimi Nietzsche, sanatı felsefeden daha çok önemserken Bazarov sanatı küçümsemekten kaçınmamıştır. Ayrıca kendi ailesine olan nobran davranışları ve romantizmi reddetmesine karşın şıpsevdi bir karaktere bürünmesiyle ortaya çıkan kişilik çatışmaları dikkatimi çeken konular oldu. Genel olarak yazarın tasvirlerini, diyaloglarını ve dile getirdiği aforizmaları çok beğendim. Diğer taraftan Bazarov'un beklenmedik ölümü ve bir bakıma aşk nedeniyle düştüğü ruhsal durum dönemin siyasi otoriteleri tarafından yapılan baskıların sonucunda yazar tarafından değiştirilmiş olabilir mi sorusunu getirdi aklıma. Zira romanın sonunda nihilizmin çöküşü gösteriliyor okura. Bu yüzden romanın sonunda bir eksiklik hissi uyandırdı bende.

Hikâyeye gelince; Yevgeniy Vasilyiç Bazarov, nihilist görüşe sahip, tıp öğrencisi zeki bir genç. St. Petersburg Üniversitesinden yeni mezun olan yakın arkadaşı Arkadiy Nikolayeviç Kirsanov'la birlikte Arkadiy'in babası Nikolay Petroviç'in evine geliyorlar. Mülk sahibi, liberal, demokrat görüşlü Nikolay, aristokrat bir asker emeklisi olan ağabeyi Pavel ile birlikte yaşamını sürdürmektedir. Çiftlik evinde hizmetçiler, uşakların yanı sıra pek ortalarda görünmesi istenmeyen Nikolay'ın kapatması Feniçka adında güzel bir kadın ve onun Nikolay'dan olma gayri meşru küçük bir çocuğu var. Arkadiy, aldığı batı eğitimi sayesinde muhafazakâr görüşten sıyrıldığı için babasını cesaretlendirerek yasa dışı bu ilişkiye sıcak bakar ve Feniçka'yla sıcak bir iletişim kurar. Bazarov, arkadaşının babası Nikolay'ı, savunduğu düşüncelere toleransından ötürü kabullenmiş olsa da, Arkadiy'in amcası, mevcut düzeni katı bir şekilde savunan Pavel'den hoşlanmaz ve birbirlerine karşı nefrete dönecek sert fikir tartışmalarına girerler. Bu tartışmalarda Arkadiy zaman zaman Bazarov'un nobran tavırlarına karşı zaman zaman arkadaşına sitem etse de genellikle akıl hocası arkadaşının yanında yer alır.

Pavel'in Bazarov'a cevabı:

- Bravo, bravo! Duyuyor musun Arkadiy... Çağdaş gençlerin nasıl konuşması gerektiğini öğren! Böyle düşünürseniz, gençler sizin arkanızdan nasıl gelmesin? Eskiden okuyup öğreniyorlardı gençler; çevrelerinde cahil tanınmak istemediklerinden, ister istemez öğrenmeye çalışıyorlardı. Ama şimdi şöyle demek yeterli oluyor onlar için: "Dünyada her şey saçma!" Bu kadarla iş bitiyor! Tabii bundan keyif alıyor gençler. Eskiden de saçmalayanları vardı kuşkusuz, ama şimdi nihilist olup çıktılar.

Bazarov, Arkadiy'e şöyle sesleniyor:

"Şöyle düşünüyorum: Bak, şu saman yığınının yanında uzanmış yatıyorum... İşgal ettiğim yer öylesine küçücük, evrende bulunmadığım ve umurunda bile olmadığım alanın yanında öylesine ufacık, yok sayılacak kadar küçük ki... Ve yaşayacağım zaman dilimi benim bulunmadığım ve bulunmayacağım sonsuz zaman yanında öylesine az ki... Oysa bu atomun, bu matematiksel noktanın içinde kan dolaşıyor, bir takım istekleri var... Ne kepazelik, ne saçmalık!"

Bana göre romanın ikinci önemli kahramanı orta yaşlarda, varlıklı bir dul olan Anna Sergeyevna Odintsova'dır. Bazarov'un kendini beğenmiş züppe öğrencisi Victor Sitnikov, nihilist arkadaşları, güzel, süslü bir kadın olan Kukşina'ya götürür ve onun sayesinde katıldıkları baloda Odintsova'yla karşılaşırlar. Güzel bir kadın olan Odintsova, Bazarov'dan etkilenir ve gençleri malikânesine davet eder. Bazarov ve Arkadiy kadının ilgisinden memnun kalırlar. Nihilist fikirlere sahip Bazarov ile yerleşik düzeni savunan Odintsova arasında uzun fikir tartışmaları yaşanır. Hararetle savunduğu ideolojiye göre romantizm ve aşk ilişkilerinden kendini uzak tutması beklenen Bazarov kısa süre sonra aşka yenik düştüğünü fark eder. Odintsova da Bazarov'a karşı boş değildir. Fakat genç adamın kendisine rahat bir hayat vaat etmediğini gören Odintsova beklenenin aksine bir tutum sergileyerek Bazarov'la sadece dost kalmayı tercih eder. Bu durum Bazarov'u yalnızlığa ve kendi içinde çatışmaya iter. Bir yanda savunduğu fikre ters bir davranış içerisine girmesi diğer yanda üstesinden gelemediği tutku arasında bocalamaya başlar. Öyle ki, arkadaşı Arkadiy'in Odintsova'yla iş çevirdiğini düşünerek ondan bile şüphelenir bir ara. Bu yüzden araları açılır. Oysa Arkadiy, Odintsova'nın birlikte yaşadığı kız kardeşi Katya'ya aşık olmuştur. Arkadiy ile Katya, benzer kişilik özelliklerine sahip oldukları için ilişkileri sorunsuz devam eder. İki güçlü kişiliğe sahip Bazarov ve Odintsova çiftinde ise kaybeden Bazarov olur. 

Bazarov - Tek tek insanları incelemek için emek harcamaya değmez.... İnsanlar bir ormandaki ağaçlar gibidir; hiçbir botanikçi her akağaçla teker teker ilgilenmez.

Odintsova - ... Şu halde, size göre aptal insanla akıllı insan arasında, iyi insanla kötü insan arasında bir fark yok, öyle mi?

Bazarov - Hayır, bir fark var: Hasta insanla sağlam insan arasındaki gibi bir fark. Veremli birinin ciğerleri, yapıları aynı da olsa sizinkiyle bizimki gibi değildir. İnsan vücudundaki illetlerin nedenlerini aşağı yukarı biliyoruz; manevi hastalıklar ise kötü eğitimden, küçük yaşlardan itibaren insanların kafasını dolduran her türlü ıvır zıvırdan, kısacası toplumun rezil durumundan kaynaklanmaktadır. Toplumu düzeltirseniz, hastalıklar da olmayacaktır.

Bazarov bir süre ağırlandığı ve tekrar ziyareti beklenerek uğurlandığı Odintsova'nın malikânesini boynu bükük terk ederek Arkadiy ile birlikte babasının evine gider. Babası, Vasilyev Ivanoviç Bazarov, emekli bir askeri hekimdir. Eğitimli, kültürlü biri olmasına rağmen kırsal bölgede tecrit hayatı yaşadığından modern düşünceden ve yeni ortaya çıkan fikirlerden uzaktır. Geleneklerine sadık ve Tanrıya bağlılığını açık bir şekilde gösteren biridir. Annesi de tıpkı babası gibi, geleneklerine bağlı, köklü bir aristokrat aileye mensuptur. Efsanevi ve hayal mahsulü hikâyelere inanan dindar Ortodoks bir Hıristiyan olan anne çocuğuna olağanüstü, derin bir sevgi beslemekte, oğlunun Tanrı tanımaz fikirleri karşısında dehşete düşmektedir. Hem annesi Irina'dan hem babası Vasilyev'den şefkat, aşırı sevgi ve olağanüstü ilgi gören Bazarov ise ebeveynlerine karşı son derece soğuk ve ilgisizdir. Yanlarında fazla kalmaz Bazarov, arkadaşı Arkadi'lerin çiftlik evine gitmek üzere ailesinin yanından ayrılır. Kafasından Odintsova'yı atamamaktadır. Arkadiy'in teklifini gönülsüz görünerek kabul eder ve yol üstündeki Odintsova'nın malikânesine uğrarlar. Bu kez açıkça aşkını ilân eden Bazarov, yine karşılık göremeyince kaderine razı olur. Arkadiy ise, Katya'yla birlikte evlenmeye karar verirler.

Arkadiy'lerin çiftlik evine dönerler. Bir gün Feniçka'yı yalnız gören Bazarov, genç kadını sıkıştırır ve onu dudağından öper. Tam o sırada arkadaşının amcası Pavel'e yakalanır. Pavel, Bazarov'a çıkışır ve onu düelloya davet eder. Rusya'da o dönem son derece olağan bir durumdur bu. Pavel'in Bazarov'a bu kadar sert çıkışmasının sebebi kardeşi Nikolay'ı koruma amacıyla değil, Pavel'in de içten içe Feniçka'ya gönlünü kaptırmış olmasındandır.  Ertesi gün, Nikolay Petroviç'in uşağı Pierra şahitliğinde yapılan düello sonucunda Bazarov, silahla Pavel'i yaralar. Pavel, yüce gönüllülük gösterip rakibini korur ve olayın üstünü kapatır. Bazarov'un çiftlik evinde kalma imkânı kalmamıştır artık. Arkadiy ile yollarını ayırmak ister, zaten ister istemez ayrılmıştır yolları. Babasının evine dönmek üzere yalnız başına yola çıkar. 

Bazarov, Arkadiy'e: "Bir romantik olsaydım yollarımızın ayrıldığını hissediyorum derdim ama değilim, o yüzden sana birbirimizden bıktığımızı söylüyorum."

Babası, Vasilyev Ivanoviç Bazarov,  emekli olduğu halde zor durumdaki hastalara elinden geldiğince yardımcı olmaktadır. Bazarov da ona eşlik etmeye başlar. Köylülerle konuşur, onların hayata bakış açısı iyice şaşırtır Bazarov'u.

"Bey ne kadar sertse, bizim için o kadar iyi olur, biz ne de olsa anlamayız.

Günün birinde tedavi ettiği bir köylüden aldığı mikropla tifüse yakalanır Bazarov. Hastalığı fazla önemsemez. Ölüme yaklaşırken babasından tek arzusu Odintsova'yı son kez görmek iken babasıyla annesinin tek dileği içlerini rahatlatmak için Bazarov'un dini vecibelerini yerine getirmesi ve iyi bir Hıristiyan olarak yaşamını tamamlamasıdır. Bazarov, eğer sizi rahatlatacaksa, tamam der ama buna daha zamanının olduğunu söyler. Vasilyev'in çağrısı üzerine yanında bir doktorla evlerine gelen Odintsova, genç adamla dramatik bir şekilde vedalaştıktan sonra Bazarov gözlerini kapatır. Bazarov ertesi gün ölür.

Romanda değinilen birbirine benzemeyen üç farklı aşk var. İlki Bazarov ile Odintsova arasında, ikincisi Arkadiy ile Katya arasında ve son olarak Pavel'in Feniçka'ya olan gizli aşkı. Bununla birlikte aşkı vıcık vıcık anlatmıyor yazar. Tam kararında ve son derece gerçekçi bir tarzda ele alıyor bu duyguyu.

Son bölümde anlatıcı altı ay sonra neler olduğundan bahseder. Anna Sergeyevna Odintsova, geleceği parlak bir avukatla evlenir. Arkadiy'in babası Nikolay Petroviç Feniçka'yı resmi nikâhına alır ve çocukları Mitya ile birlikte yaşamlarını sürdürürler. Arkadiy, Katya ile evlenerek çiftliğin başına geçer ve işleri yoluna koyar. Bazarov'un babası, Vasilyev ile annesi Irina, birbirinden destek alarak, gözleri yaşlı bir şekilde her gün ziyaret ettikleri oğullarının mezarı başında dualarını esirgemezler. Böyle dramatik bir şekilde sona eriyor hikâye. 

Yazar Turgenyev'e romanıyla ilgili sorarlar: "Bazarov'u niye öldürdün?" Cevabı şöyle olur: "Eğer onu öldürmeseydim, o beni öldürürdü." Bu cevapta siyasi bir mesaj olduğunu düşünüyorum. Eğer nihilist bir genç olan Bazarov, romanın sonunda isteklerini gerçekleştiren bir karakter şeklinde tezahür etseydi devlet yönetimi ve aristokrat kesimden büyük tepki alırdı. Böyle bir sonla Nihilizm felsefesi tam da yüreğinden vurulmaktadır.

Turgenyev aynen şöyle demiş: "Eğer okuyucu, Bazarov'u tüm kabalığı, kalpsizliğiyle acımasız ve soğukluğuyla sevemediyse yineliyorum ki, ben suçluyum ve amacıma ulaşamadım demektir... Bazarov, benim sevgili çocuğumdur, bu akıllı, bu kahraman kişi bir karikatür olabilir mi? Onun benim yarattığım tiplerin en sempatiklerinden olduğunu fark etmiyor musunuz?"    

Bazarov karakterine kızanlar olduğu kadar kendileriyle özdeşleştirenler de az değil. Romanda aşk gibi kuvvetli bir duygunun karşısında herhangi bir fikrin ya da ideolojinin çaresiz kaldığını ve aşk denilen hastalığın insanı ne hale getirdiğini görüyoruz. Ben kitabı da, Bazarov'u da sevdim ve özellikle Rus klasiklerini sevenlere tavsiye ediyorum. Keyifli okumalar...

13 Kasım 2022 Pazar

CENNETİN DOĞUSU - JOHN STEINBECK

Kitabın Adı: CENNETİN DOĞUSU

Yazar: John STEINBECK 

Sayfa Sayısı: 656

Yayınevi: SEL Yayıncılık

Çeviren: Roza Hakmen 

Türü: Roman

John Steinbeck (1902-1968) İrlanda asıllı Amerikalı bir yazar. Gerçekçilik akımının en ünlü temsilcilerinden biri olan Steinbeck, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği Salinas Vadisini pek çok eseri için mekân seçmiş. Gazap üzümleri ile Pulitzer ödülünü kazanan yazar, 1962 yılında edebiyat alanına verdiği katkılardan dolayı Nobel Edebiyat Ödülüne lâyık görülüyor. Gençlik yıllarında çalıştığı çiftliklerde işçi yaşamının karanlık yüzünü, zorlu çalışma koşullarını ve toplumsal baskıyı gözlemleyerek gerçekçi bir dille eserlerine aktaran Steinbeck, aykırı kişiliğiyle tanınır. Öğretmen olan annesi Olive Hamilton'un aşıladığı okuma alışkanlığı sayesinde küçük yaşlarından beri yazar olmayı kafasına koymuştu. Salinas Lisesini bitirdikten sonra Stanford Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydoldu. Okula devam ederken bir yandan boyacılık ve inşaat işlerinde çalışıyordu. Üniversitenin kendisini geliştirmeyeceğine inandığı için mezun olmadan okulu bırakıp New York'a gitti ve orada yine inşaat işlerinde çalışmaya başladı. Büyük Buhran sırasında memleketi Kaliforniya'ya döndü ve 1930 yılında ilk evliliğini yaptı. Bu tarihten sonra kendini iyice yazmaya veren yazar her biri kült olmuş onlarca eser üretti. İki göçmen arkadaşın hikâyesini anlattığı Fareler ve İnsanlar'dan sonra yazdığı Gazap Üzümleri büyük beğeni topladı ve her iki eser de filme uyarlandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında savaş muhabirliği de yapan yazar pek çok Avrupa ülkesini gezdi ve Sovyetler Birliği'ne birçok seyahat yaptı. 1952 yılında yayımlanan Cennetin Doğusu romanı için yazar, "diğer yazdığım tüm kitaplar, sanırım bu kitap için birer pratikti." demiştir. 1967 yılında savaş muhabiri olarak gittiği Vietnam'dan döndükten sonra 1968 yılının Aralık ayında kalp yetmezliğinden hayatını kaybetti. Birçok biyografi yazarı, John Steinbeck'i, her zaman öfkeli bir kişiliğe sahip, aykırı tavırlara ve kusurlara sahip bir şahsiyet olarak tanımlamıştır.

Yıllar önce okumuş olduğum Gazap Üzümleri bana okumayı sevdiren ilk kitap olmuştu. Uzun bir aradan sonra elime aldığım ikinci Steinbeck romanı, Cennetin Doğusu'nu en az ilki kadar etkileyici bulduğumu yazımın başında söyleyebilirim. Kendinden hiç bahsetmese de yaşadığı çevreyi detaylı bir şekilde betimleyen yazar romanda anlatıcı rolünde. Kitabın bir kısmı yazarın kendi aile bireylerinin tümünü kapsayan gerçek yaşam kesitleri, büyük kısmının ise yaşadığı çevreden edindiği bilgilerin hayal gücüyle harmanlayarak elde ettiği muhteşem bir kurgu olduğunu tahmin ediyorum. Eserde adı geçen iki aileden biri olan Hamilton'lar yazarın büyükbabası ve büyükannesi. Hamilton'lara yakın bir bölgede arazi satın alan Trask ailesi ise yazarın kurgusal olarak yer verdiği diğer aile. 

Hikayenin neredeyse tamamı yirminci yüzyılın başı ile Birinci Dünya Savaşının sonu arasında ABD'nin güneyinde yer alan Kaliforniya Eyaleti sınırlarındaki Salinas Vadisinde geçiyor. Romanın başında anlatılan olaylar ise ABD'nin doğu ve kuzeydoğusundaki Massachusetts ve Connecticut eyaletlerinde Amerikan iç savaşına kadar gidiyor. Cennetin Doğusu, son derece kolay okunabilen, uzun ve süslü cümleler barındırmayan, muhteşem betimlemeleriyle edebi yönü kuvvetli, sürükleyici, kurgu ve üslûp bakımından harika bir eser. Roza Hakmen çevirisini de başarılı bulduğumu söylemeliyim. 

Kitabı yazarken Steinbeck'in temel esin kaynağı Tevrat'ta geçen Habil-Kabil hikayesi olmuştur. Romanda Habil-Kabil ekseninde ahlâksızlık, iyilik, sevgi, suçluluk, kötülük, özgürlük ve aşk temaları işleniyor. Tevrat'a göre Kabil, Adem ve Havva'nın ilk, Habil ise ikinci oğludur. Habil koyun çobanı, Kabil ise çiftçi olmuş. Bir müddet sonra Kabil toprağında yetiştirdiği mahsulden, Habil ise sürünün yeni doğan kuzularından Tanrı'ya takdim etmiş. Tanrı, Habil'in sunumunu kabul ederken Kabil'i geri çevirmiştir. Kabil, bunun üzerine Habil'i kıskandığı için ona karşı kin ve nefret beslemiş ve sonunda kardeşini öldürerek insanlık tarihinde ilk cinayeti işlemiştir. Olayı öğrenen Tanrı, Kabil'i lânetler ve durmaksızın serseri ve bir göçebe olarak yeryüzünü dolaşmaya mahkum eder.

İşin hayli tuhaf yanı Tanrının cinayeti şu şekilde öğrenmesi! Önce Kabil'e soruyor: "Kardeşin Habil nerede?" Kabil'in Tanrı'ya cevabı son derece cüretkâr, şöyle: "Bilmiyorum, ben onun bekçisi miyim?" Tanrı'ya verdiği cevaba bak edepsizin. Tanrı bunun üzerine: "Ne yaptın? Kardeşinin sesi topraktan bana haykırıyor..." Sonunda durumu çakallıyor, tabii Tanrı ne de olsa. Lanetliyor Kabil'i, sürüm sürüm süründüreceğim seni, diyor. 

Kabil bu kez Tanrı'ya yalvarır, cezam dayanılmayacak kadar büyük der ve diğer insanların kendisini öldüreceğini haykırır. Bunun üzerine Tanrı Kabil'e öldürülmesine engel olacak bir iz yapar ve kim onu öldürürse intikamının yedi kat fazlasıyla alınacağını söyler. Tanrı neden koruyor bu Kabil'i anlayan beri gelsin. Kabil dünyayı dolaşmaya başlar, çocukları olur ve bir şehir kurarak oğlu Hanok'un (Urfa şehri olduğu rivayet edilir) adını verir. Aynı hikaye İncil ve Kur'anda geçmekte. Yine kendimi tutamadım. Ya bunun antik Yunan mitolojisinden farkı ne? Tanrım, insanlar bu çağda seninle resmen dalga geçiyor. Neyse konumuza dönelim. Özetle Tevrat'a göre insan olarak yaptığımız bütün kötülüklerin sebebi Kabil soyundan gelmemiz. İyi bir insan olan Habil, Kabil tarafından öldürüldüğü için soyu devam edememiş. 

Bir de "timşel" diye İbranice bir sözcükten bahsediliyor. Tanrı Habil'in kuzusunu kabul edip Kabil'i geri çevirdiğinde Kabil'in suratı düşüyor tabii. Bunun üzerine Tanrı Kabil'e şöyle diyor: "Neden kızdın, suratın asıldı? Kuşkusuz iyi davranırsan yüzün dik olur, lâkin kötü davranırsan günâh kapıya dayanır ve istekleri sana yönelir ama sen, sen ona egemen olursun." Tevrat'ta geçen bu sözler Kral James'in İbraniceden İngilizceye çevirisine göreymiş. Yani özetle, iyilik yaparsan iyilik bulursun, kötülük yaparsan kötülükle karşılaşırsın ama sen kötülükle baş ederek onun "üstesinden gelirsin", demek istiyor. Burada "üstesinden gelirsin" in İbranice Tevrat'taki karşılığı "timşel" sözcüğü. Romanda Samuel Hamilton, Adam Trask ve Çinli uşak Lee uzun uzun tartıştıktan sonra İngilizceye bu sözcüğün yanlış çevrildiğine, doğrusunun ise "üstesinden gelebilirsin" ya da "yapabilirsin" anlamına geldiğine karar veriyorlar. Bu şekilde "kötülükle baş ederek üstesinden gelebilirsin" denilince kesin bir hükme varılmıyor. Yani üstesinden gelemeyebilirsin de. Bir bakıma insanın yaradılışında özgür iradesine kalmış bir seçim bu, iyilik ve kötülük. İnsan yaşamı boyunca içindeki kötülükle mücadele ederken onu yenebilir de yenemeyebilir de... Bu aslında insanın kötü olmasını ya da kötülük yapması nedeniyle doğacak sorumluluğu hafifleten bir sebep. İnsanız neticede...

İnsanlık tarihinin (ve bu hikâyeden yola çıkarak kolektif suçluluk fikrinin) çerçevesini çizen zamansız, evrensel iyilik ve kötülük hikâyesinde, Steinbeck'e göre, insanların kendileri için seçmelerine izin veren özgür seçim ve kendi kaderini tayin etme fikirlerini, yaşamak istedikleri iyi ya da kötü hayat türünü görüyoruz. John Steinbeck, Cennetin Doğusu'nu bu iki ana tema etrafında inşa ediyor ve bunların etkilerini romanın anlatı yapısını oluşturan iki olay örgüsü aracılığıyla ortaya koyuyor: Hamilton ailesiyle Kaliforniya Salinas Vadisinin tarihi ve Habil-Kabil hikâyesinin Trask ailesinin iki nesil boyunca alegorik (bir fikrin, davranışın, eylemin, duygunun, bir kavramın ya da bir nesnenin simgelerle, sembollerle ifade edilmesi) yeniden anlatımı.

Salinas Vadisinin lirik anlatımından sonra ilerleyen sayfalarda aile büyüklerine geliyor sıra. İrlanda'da doğan Samuel Hamilton, yani yazar John Steinbeck'in anne tarafından dedesi, muhtemelen bir aşk sebebiyle topraklarını terk ederek Salinas vadisine göçen, kültürlü, yeni şeyler icat etmeye meraklı, çalışkan ve becerikli bir karakter. Fazla parası olmadığı için fazla verimli olmayan bir araziye yerleşip karısı Liza ile uyumlu bir hayat sürüyor. Liza ev işlerinde mahir, dinine bağlı ve otoriter bir kadın. Şakacı ve hayata sıkı sıkıya sarılmış bir yapıya sahip Samuel tarıma elverişli olmayan toprağında doğru dürüst bir şey üretemese de durumundan rahatsız görünmüyor, çevre çiftliklerin su kuyularını açıyor, arabaları tamir ediyor ve yeni icatlar yaparak kazandığı üç beş kuruşu da patent almak için harcıyor. Birbirini tamamlayan Hamilton ailesinin George, Will, Tom ve Joe adında dört oğlu, Lizzie, Una, Dessie, Olive ve Mollie adında beş de kızı oluyor. Bütün çocuklar iyi bir ailede yetiştikleri için yuvadan ayrıldıklarında kendi hayatlarını kuruyorlar. Öğretmen olan Olive, John Steinbeck'in gerçek hayatta annesi. Tom hayatını babasına yardım etmeye adayıp, hiç evlenmiyor. Dessie de kardeşi Tom gibi hiç evlilik yapmıyor. Salinas'ta aranılan bir terzi olan Dessie, babaları Samuel'in ölümünden sonra yalnız kalan Tom'un yanına gidip ömrünün geri kalanını orada geçirmek istiyor. 

Ancak asıl hikaye Trask ailesinin etrafında dönmektedir. Adam Trask'ın babası Cyrus, Connecticut alayına asker olarak alındıktan sonra yaşadıkları çiftliğin bütün işleri annesi Bayan Trask'ın üstüne kalmıştır. Altı ay sonra Adam dünyaya gelir çiftlikte. Cyrus Trask kötü karakterli bir adamdır, eşine bağlı değildir. Askerliği sevmez fakat nimetlerinden yararlanmasını bilir. İç savaş sırasında ilk kez karşılaştığı düşmanla çatışma esnasında bacağına bir kurşun isabet eder ve daha sonra hayatını tahta bacakla sürdürür. İlgisizlik ve kocasının hovardalığından bunalıma giren Bayan Trask sonunda kurtuluşu intihar etmekte bulur. Cyrus, bu kez komşu çiftlikte yaşayan, henüz on yedisindeki Alice adında bir kızı ayartıp evlenir onunla. Bir süre sonra Alice, Charles adı verilecek bir oğlan doğurur. Charles kıskanç, kötü huylu bir çocuk olur. Adam'ın tam aksi karaktere sahiptir. Askerde edindiği tecrübe sayesinde üst görevlere atanan baba Cyrus Trask, çiftliği terk edip Washington'a gitmiş ve hileli yollardan iyi para kazanmaya başlamıştır. Charles, çocukluğundan itibaren ne yaparsa yapsın babasına sevdiremez kendini. Oysa mülayim bir genç olan Adam, babasından hep takdir görmektedir. Günlerden bir gün Charles kıskançlık nedeniyle bir köşeye kıstırdığı ağabeyini öldüresiye döver. Adam, canını zor kurtarır ve hemen gidip askere yazılır.

Askerlik Adam için uygun bir meslek değildir aslında. Mümkün mertebe kendini çatışmalardan uzak tutsa da zaman zaman savaşın sıcaklığında bulur kendini. Sonunda dayanamaz, terhis olur olmaz bir o yana bir bu yana dolaşıp serserilik yapar. Kardeşi Charles'ın yanına dönmek istemez. Charles ise ağabeyine yaptığı kötülükleri unutup bir an önce onun çiftliğe dönmesini istemektedir. Bir süre sonra Adam döner çiftliğe. Niyeti Amerika'nın doğu ucuna, Kaliforniya'ya gitmektir. Tam da o sırada çiftlik evinin kapısında iyice darp edilmiş vaziyette genç bir kadın bulurlar. Kadının adı Cathy'dir.

Kitabın en iğrenç karakteridir Cathy. Güzel, ufak tefek narin yapılı bir kadın olmasına karşın içi fesatlık ve nefretle dolu bir tiptir. Bir öğretmeni kendine aşık edip intiharına sebebiyet verir. Baba evinden kaçar, genelev işletmecisi Edward'ın metresi olur. Daha sonra bilerek ateşe verdiği evlerinde öz anne ve babasının yanarak ölmesine sebep olmuştur. Hazırladığı tuzağı fark eden Edward, Cathy'yi feci şekilde döver. Ölecek hale gelen genç kadın sürünerek Trask'ların kapısına ulaşır. İşte böylesine kötü bir insandır Cathy.

Gelgelelim iyi yürekli Adam, kapısında gördüğü masum görünüşlü şeytana kapılır ve onu eve alır. Charles bu konuda daha ihtiyatlıdır ve ağabeyine kadını başından atmasını söyler. Adam tam aksini yapar, gider Cathy'ye aşık olur ve onu alıp doğuya, Kaliforniya'ya götürmek ister. Cathy bunu istemez önce, fakat sonra kerhen razı olmuş görünür. Bu arada baba Cyrus'un ölüm haberi gelir. Kardeşlere yüklü miktarda para ve çiftlik miras kalmıştır. Charles, Adam'ı yanında kalması için ikna edemeyince mirastan gelen parayı paylaşarak karşılıklı anlaşırlar. Bu arada yaraları iyileşen Cathy boş durmaz, Adam'la resmen evlendikleri halde bir gece gizlice Charles'ın odasına girip onunla birlikte olur.

Adam, karısı Cathy'yle birlikte uzun bir yolculuğun sonunda Salinas Vadisine gelmiştir. Yanında harcayabileceği bol miktarda para vardır. Vadinin en verimli arazisine sahip bir çiftlik satın alır ve çocuklarıyla mutlu bir yaşam sürmeyi hayal ederek işe koyulur. Önce güzel bir çiftlik eviyle başlar işe. Tam da bu sıralarda Hamilton ve Trask ailelerinin yolları ilk kez kesişecektir. Adam, yeni su kuyuları açtırmak için Samuel Hamilton'u bulur. Genç adam Cathy'yi hoşnut etmek için elinden geleni yapmaktadır. Fakat Cathy ısrarla ondan ayrılıp özgürlüğüne kavuşmak ister. Bu arada hamile kaldığını fark eder, doğacak çocuğun Charles'tan olduğunu bilen sadece kendisidir. Hem Adam'dan hem de çocuktan kurtulmak için her yolu dener. Önce bebeği düşürmeye kalkışır. Adam, doktor çağırır, doktor, Cathy'nin bu işi bir kez daha tekrarlaması halinde büyük cezaya çarptırılması için şerife ihbarda bulunacağını söyler kendisine. Günü gelince ikiz çocukları olur. Doğumda Samuel'in eşi Liza'nın büyük yardımları dokunur. Yükünü atan Cathy biraz kendine geldikten sonra yeniden evden kaçmanın yollarını aramaya başlar. Sonunda Adam'ın silahını ele geçirip onu omzundan yaralar ve izini kaybettirmeyi başarır. Her zaman söylerim adına ne derseniz deyin ister kara sevda ister tutku. Ben bu duygusal duruma aşk diyorum ve çaresi olmayan bir hastalık olarak görüyorum. Adam, bu kötü kadının evi terk etmesinden sonra yıllarca hayata küsüp yemeden içmeden kesiliyor. Kan kaybından ölmek üzereyken ifadesini verdiği şerife ben kendimi vurdum, silahımı temizlerken diyor. Şerif bunu yemiyor tabii. Bu arada romanın en güzel karakterlerinden biri çıkıyor sahneye. Trask ailesinde yardımcı eleman / uşak olarak çalışmaya başlayan Çinli Lee. Tam bir bilgi küpü, erdem yuvası, becerikli, hoş sohbet, saygılı biri. Adam'ın hayatını kurtaran da o oluyor. 

Cathy Salinas kasabasında en düzgün çalışan genelev olan Faye'nin yanına gidip orada çalışmaya başlar. Lee iyi anlaştıkları Samuel Hamilton'dan, efendisi Adam'ın kendine gelip toparlanması için yardım istemektedir. Aradan onca zaman geçmesine karşın ikiz oğlanlara isim bile verilmemiştir daha. Lee, evin, çiftliğin bakımını, hatta ikiz çocukların büyütülmesini tek başına üstlenmiştir. Samuel'in önerisiyle esmer olan ve Charles'a benzeyen çocuğa Calib (Cal), sarışın, beyaz tenli, Cathy'ye benzeyen çocuğa ise Aaron (Aron) adı verilir. Cathy'nin Kate adıyla fahişelik yaptığı kasabada dilden dile dolaşmaktadır. Çocuklar kendilerine söylendiği gibi annelerinin henüz ölmediğini mutlaka bir şekilde öğreneceklerdir. Fakat henüz Adam'ın bile bundan haberi yoktur. Bunu öğrense yine gidip ayaklarına kapanıp geri dönmesi için yalvaracaktır kuşkusuz. Ama bu sırrı ilk öğrenen yine Adam olur. Zira Samuel, Cathy ile yüzleşmenin Adam için iyi olacağını ve onu hayata döndürmenin başka bir yolu kalmadığını düşünmektedir. Nitekim beklenen olmuştur, Adam taşıdığı yükü sırtından biraz olsun atmış, hafiflemiştir. Çünkü Cathy'i ona yaptığı pis işleri anlatmış, ikizlerin gerçek babasının, kardeşi Charles olduğunu da söylemiştir.

İkizler biraz büyüyünce, Charles ve Adam gibi birbirlerine taban tabana zıt karakterlere sahip oldukları çıkmıştır ortaya. Aron iyilik timsalidir. Babası tarafından sevilmektedir. Cal ise sevgisizlikten yakınır, çünkü kendisinin kötülüğe programlanmış biri olduğuna inanmaktadır. Lee hayata tutunması için Cal'a desteğini esirgemez. Cal, sürekli yakınır, kötü bir insan olmak istemiyorum, fakat elimden bir şey gelmiyor diye. Cal uyanık, Aron saftır. Uyanıklığı sayesinde kulağına gelen haberin peşine düşer ve annesini bulur ve onunla yüzleşir ama bunu ağabeyine söylemez. Kötülük için bunun zamanı gelmemiştir henüz. Liseye giderken zor anlar yaşar ikizler. Cathy ile yüzleştikten sonra biraz kendine gelen Adam, Samuel'in mucitliğinden etkilenip bir takım buluşlar üzerinde çalışır. Karşı çıkanlara aldırmayıp altı vagon marulu aralarına buzlar koyup batıya gönderir. Gecikmeler ve aksilikler nedeniyle marullar varış noktasına geldiğinde çöp haline gelmiştir. Adam hem bütün parasını kaybetmiştir hem de herkese rezil olmuştur. İkizlerle marul kafalı diye dalga geçmeye başlar arkadaşları. Cal okulu bırakıp ailesinden habersiz Samuel'in oğlu Will ile ticari bir teşebbüste bulunur. Kilosu on cent olan kuru fasulye alarak batıya, Birinci Dünya Savaşının sürdüğü Avrupa ülkelerine yirmi beş cent karşılığında satacaktır. Plân başarıya ulaşır. Lee'den borç aldığı beş bin doları geri ödedikten sonra elinde on beş bin dolar kalmıştır. Büyük bir iyi niyet gösterisi olarak ve babasının kalbini kazanmak için yapmıştır bu işi. Adam'ın marul işinde uğradığı zararın önemli bir kısmını telafi edecek parayı babasına şükran günü hediye etmeyi düşünmektedir. Bu arada Aron sınıf atlayarak Cal'i geride bırakmış, Stanford Üniversitesine başlamıştır. Bütün ailenin toplanacağı şükran gününde heyecan son haddindedir. Adam, sabırsızlıkla göz bebeği Aron'u beklemektedir. 

Şükran günü Lee'nin hazırladığı masada herkes yerini almıştır. Bir hediye paketi içine özenle sakladığı on beş bin doları babasının önüne uzatır Cal. Babası paketi açıp ona sorar, nereden buldun bu parayı diye. Cal da her şeyi olduğu gibi anlatır ve yasal yollardan kazandığını söyler. Adam bunu kabul etmez, önüne konulmuş parayı ileriye doğru iter ve sen fahiş fiyatla mal satıp kârını bana veriyorsun, git bunları yoksul çiftçilere geri götür derken ilave eder, Aron gibi bir üniversiteye gitmen verdiğin paradan çok daha fazla sevindirirdi beni, der. Cal çılgına döner, kıskançlık, nefret tavan yapmıştır. Gider odasına, dolarları teker teker yakar. Hırsını alamaz, yolda karşılaştığı Aron'u alır, Cathy'nin yerine götürüp, işte görmek istediğin annen bu fahişe der. Dinine bağlı bir genç olan Aron çıldırmıştır. Cathy'ye hakaret eder, Cal'ı yıkar geçer. Bir süre ne yapacağını bilmez halde dolaştıktan sonra ani bir karar verir ve sabahına hemen şubeye gidip askere yazılır. 

Kısa süre önce Charles'in ölüm haberi gelmiştir. Charles mirasın yarısını Adam'a, diğer yarısını da Cathy'ye bırakmıştır. Cathy'yi ziyaret ettiği sırada bu durumdan kendisini haberdar ettiğinde şaşırıp kalır karısı. Eline yeniden para geçen Adam, çocukların tahsil hayatını düşünerek çiftliği kiraya verir ve Samuel Hamilton'un kızı terzi Dessi'nin evini satın alarak kasabaya yerleşir. İkizlerin liseden sınıf arkadaşları olan güzel Abra'ya abayı yakan Aron, kendine olan güvensizliğinden dolayı ilişkiyi yürütemez. Hem babasının işi yüzüne gözüne bulaştırması sebebiyle arkadaşlarının dalga geçmesi, hem de aşık olduğu kızın sırtını dönmesiyle iyice huzuru kaçan Aron, bunlar yetmezmiş gibi son darbeyi de Cal'dan yemiştir.  

Bu arada patronu Faye'yi tuzağa düşürüp ölümüne neden olan Cathy, daha önce kadının verdiği vasiyet üzerine genelevin sahibi olur. Son derece hünerli götürdüğü bu işten dolayı kendisine yöneltilecek bir suçlama izi bırakmaz geride. Ancak parmaklarında ciddi bir hastalık başlamıştır. İş hayatı ve yaşadığı gerginlikler nedeniyle bitap düşmüştür. Yazdığı vasiyet mektubunda tüm varlığını oğlu Aaron'a bırakır. Hemen arkasında göğsünde taşıdığı zehir kapsülünü ağzına devirerek intihar eder. Aaron'a çok büyük miktarda para miras kalmıştır.   

Birkaç ay sonra kapıya gelen sarı zarfı okuyan Lee, ne yapacağını bilemez. Aron çatışmada hayatını kaybetmiştir. Haberi öğrenen Adam felç geçirip, yatağa düşer, neredeyse bütün organları işlevselliğini yitirmiştir. Cal, intihar fikrine yakındır. Zira kendisini, kardeşinin ve babasının katili olarak görmektedir. Lee, onu yanına alır. Ölmekte olan Adam'ın odasına girerler birlikte. Lee, yatağında hareketsiz yatan adama durumu anlatır ve Cal'i affetmesini ister. Adam, gözleriyle onay verdikten sonra ağzından fısıltı halinde bir sözcük duyulur, "Timşel"          

Elbette Aron'un ölmesiyle Cal Abra konusunda amacına ulaşıyor ve soyunu devam ettirme imkânına kavuşuyor. Aynı Habil'in ölüp Kabil'in soyunu devam ettirdiği gibi. Adam'ın kâğıt üstünde ikiz evlâtlarıydı, Aron ve Cal. Fakat bilindiği üzere onların biyolojik babası da kötü bir karakter olan Charles'tı. Dolayısıyla aynı Tevrat'ta kötünün (Kabil'in) soyunu sürdürmesi, iyinin (Habil'in) ölerek soyunu tüketmesi gibi romanda kötü karakter rolündeki hem Charles hem de Cal tarafından soy sürdürülürken Adam ve Aron hayatını kaybediyor. 

Büyük bir zevkle okuduğum Cennetin Doğusu romanını herkese kayıtsız şartsız ve gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum. Biliyorum oldukça uzun bir değerlendirme fakat kitabı okumak da onun hakkında konuşup yazmak da büyük bir zevkti benim için. İyi okumalar...