KATEGORİLER

28 Şubat 2018 Çarşamba

ROMA II

07/02/2018 Çarşamba

Odamız temiz ve sessiz, yatağımız rahattı. Bu sayede başımı yastığa koyar koymaz dalmışım. Sabahleyin uyandığımda dünkü telefon çaldırma olayını hala kafamdan atamamıştım. Yapılacak bir şey yoktu. Dün karakoldaki polis saat dokuzda tekrar yanına gitmemi istemişti ama bunun boş yere zaman kaybı olacağını biliyordum. Caddeye bakan pencerenin perdesini çektim. Sonunda güneş göstermişti kendini. Bugünü tamamen Roma şehrine ayırmıştık. Dün akşam yanı başımızdaki marketten aldıklarımla kahvaltımızı yaptıktan sonra dışarı çıkıyoruz.

Via Cavour caddesi boyunca yüksek tavanlı tarihi binaların arasında bir buçuk kilometre kadar yürüdük. Şehrin en ünlü tarihi yapısı Collesium karşıladı bizi. Giriş kapısının önünde her zamankinden daha az kuyruk vardı. MS. 80 yılında yapımı tamamlanan ve dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen amfi tiyatro bir zamanlar gladyatörlerin kanlı gösterilerine sahne olmuş. Daha önce birkaç kez gördüğüm tarihi yapıyı bu kez eşimle birlikte görme mutluluğuna eriştim. Güneş yavaş yavaş bulutların arasında kaybolurken yine yağmur çiselemeye başladı. Collesium çevresi yeni gelen turist gruplarıyla kalabalıklaşırken gladyatör kılığındaki adamlar birlikte fotoğraf çektirilmesi karşılığında bahşiş kopartsınlar diye turistlere türlü şirinlikler yapıyorlar. 


Via dei Fori Imperiali caddesi ile ikiye ayrılan Antik Roma'nın ticaret, siyaset ve dini yaşam merkezi kabul edilen Roma Forumu oldukça geniş bir arkeolojik alan görünümünde. Tarihi anıtlar, taklar, bazilikalar ve heykeller arasında yolumuza devam ediyoruz. Venezia meydanına geldiğimizde karşımıza beyaz mermerden muhteşem bir yapı çıkıyor. Son derece etkileyici bir görünüme sahip Vittorio Emanuele II abidesinin önünde Roma'nın kurucusu sayılan Victor Emmanuel II'nin at üstündeki heykeli bütün ihtişamıyla bizi selamlıyor. Giriş kapısının önünde genç bir hanım güzel İngilizcesiyle kuralları hatırlatıyor.

Basamaklarda oturmak, sigara içmek, sakız çiğnemek yasak. Bembeyaz mermer basamakları tırmanıyoruz. Birkaç kat çıktıktan sonra binanın çevresini boylu boyunca dolaşan geniş teras harika bir manzara sunuyor bize. Süslü sütunlarda dinlenen martılar insanlara alışmışlar. Terasın arka cephesinde yer alan ücretli asansör çatıya çıkmak isteyenlere hizmet ediyor. 

Navigasyonu İtalyanca üç yol çeşmesi anlamına gelen ancak bizim daha çok aşk çeşmesi olarak adlandırdığımız Fontana di Trevi'ye ayarlıyoruz. Yağmurun başlaması üzerine ıslanmamak için Afrika kökenli sokak satıcılarından bir şemsiye daha alıyoruz. Aşk Çeşmesine ulaştığımızda eşimin uzun yürüyüşten dolayı şikayetleri başlıyor. Güzel bir pastanede Roma'nın meşhur "gelato" dondurmasının tadına bakıyoruz. Açık söylemek gerekirse oldukça hoşumuza gidiyor bu güzel mola. Daha görecek çok yerimiz olduğundan kalkmakta acele ediyoruz. İşte karşımızda Aşk Çeşmesi.

Havanın yağışlı olması bile ziyaretçileri etkilememiş görünüyor. Herkesin elinde kamera, selfi çubuğu fotoğraf çekiyor. Fontana di Trevi, nam-ı diğer aşk çeşmesi için bir rivayet ağızdan ağıza dolaşıyor. Deniz atlarının çektiği arabada bir Neptün heykelinin bulunduğu havuza arkanızı dönüp geriye doğru bozuk para atarsanız Roma'ya bir kez daha düşüyormuş yolunuz. Ben bunu denedim kesinlikle doğru. Eşim elindeki şemsiyeyi bıraktıktan sonra arkasını dönüp atıyor parayı havuza. Ben de aynısını yapıyorum. 



Bir sonraki durağımız meşhur İspanyol Merdivenleri. Yolumuz üzerinde kilise ve bazilikaları geziyoruz. Ahşap sıralarda biraz dinlenme imkanı veriyor bu dini yapılar. Yağmur çok şiddetli değil. Bazen hünerlerini sergileyen sokak çalgıcılarıyla karşılaşıyoruz. Hepsi tanınmış müzik eserlerini başarılı bir şekilde icra ediyorlar. Nihayet bir ristorante bulup hayalini kurduğum "risotto" yeme fırsatı geçiyor elime. Sürpriz bir şekilde eşim de yemek tercihini aynı yönde yapıyor. O mantarlısını tercih ederken benimki her zamanki gibi "di mare" oluyor. Porsiyonlar oldukça doyurucu. İspanyol Merdivenlerinin bulunduğu Piazza di Spagna'ya yani İspanya meydanına ulaştığımızda şehri bir günde gezmenin mümkün olmadığını anlıyoruz. Merdivenler üstteki Trinita dei Monti kilisesine ulaşım için yapılmış. Ne var ki kiliseyi görmek için onca basamağı çıkmak gözümüzde büyüyor.

Daha görülecek yığınla yer var önümüzde. Merdivenlerin hemen önünde heykelli bir süs havuzu "Fontana della Barcaccia" bulunuyor. Şu sıradan merdivenleri böylesine meşhur yapan başka ne olabilir diye düşünüyorum. Meydanın ve merdivenlerin bu kadar popüler olmasının diğer bir sebebi de belli sahneleri bu mekanda çekilen, Gregory Peck ve Audrey Hepburn'un oynadığı 1953 yılı yapımı "Roma Tatili" filmi olmalı.




Tarihi yapıların arasından meşhur Via dei Condotti caddesine geçiyoruz. Bu cadde dünyanın en ünlü markalarının bulunduğu bir cadde. Alışveriş yapmasak da vitrinlerine baka baka Vatikan'a doğru ilerliyoruz. 









Aziz Petrus Meydanı Vatikan'ın ünlü meydanı. Papanın halka hitap ettiği alan oldukça geniş. Uzunca bir kuyruk var. Çevredeki dükkanlarda Katolik dünyasının ilgisini çekebilecek hatıralık eşyalar satılıyor. Meydanda yer alan görkemli yapı Michelangelo ve Raphael gibi Rönesans ustalarının tasarladığı Aziz Petrus Bazilikası.







Diğer taraftan Sistine Şapeli'nin tavanında büyük usta Michelangelo'nun sanatını konuşturduğu dini temalı bir çok resim bulunduğunu biliyorduk bilmesine ama kendimizi daha fazla zorlamanın alemi yoktu. Zaten kapalı olan hava akşam karanlığı ile birleşti. Fotoğraflarımızı çekip otelimize doğru yola koyulduk. En yakın istasyondan metroya binip otelimize vardık. Yatağa girip Suat Derviş'in hayatının konu edildiği kitabı okumaya başlamadan evvel TV kanallarını karıştırdım. Bir önceki geceden aşina olduğum bir yarışma programı çıktı karşıma. "Guess My Age" adındaki show programı İtalyanca sunulmasına  rağmen olayı anlamamız hiç de zor değildi. İki yarışmacıya podyuma gelen muhtelif yaş ve mesleklerdeki insanların kaç yaşında olduğu soruluyor. Para ödüllü bu eğlence programının Avrupa'nın bazı ülkelerinde yayınlandığını öğrendim. Yakında bize de geleceğini tahmin ediyorum. Yarın sabah erkenden Bolonya yolculuğumuz başlayacak.  

26 Şubat 2018 Pazartesi

NAPOLİ

06/02/2018 Salı, Napoli

                                                                                                                                        
Dün gece baktığımız hava tahmin raporları yanılmamıştı. Roma ve Napoli'de havanın gök gürültülü sağanak yağışlı olduğu görünüyordu. Sabah henüz hava aydınlanmadan yağmur altında otelimize yakın mesafede bulunan Roma Termini tren istasyonuna doğru yola çıktık. Önceden biletlerimizi internet yoluyla aldığımız Intercity treninin hareket saati 06.26. Hareket saatine on dakika kalıncaya kadar peron numarası açıklanmıyor. Peron numarası belli olunca trenin yanaştığı platforma koştuk. Vagon numarası ve koltuk numaralarımız belliydi. Napoli deyince ilk akla gelen Vezüv yanardağı ile yaklaşık iki bin yıl önce bu yanardağın püskürttüğü lav ve zehirli gazlar nedeniyle tarihten silinen iki şehir, Pompei ve Herculenium. Elbette meşhur olanını, yani Pompei'yi görmekti niyetimiz. Napoli Centrale tren istasyonunun hemen altındaki Garibaldi istasyonundan kalkan banliyö treni ile sahil boyunca tatil kasabası Sorrento istikametinde gidecektik. Pompei Napoli'ye on beş dakikalık mesafede ama sadece orayı hakkını vererek gezebilmek için tam bir günün ayrılması gerektiği söyleniyordu. Geniş bir açık hava müzesi. Beklenmeyen felaket sonucu 16.000 kişinin hayatını kaybettiği, kimilerine göre lanetlendiği söylenen bu şehirde cesetlerin ve her türlü eşyanın yirmi metre kül katmanının altında bozulmadan korunduğundan bahsediliyordu. İki bin yıl bir ceset nasıl koruyabilir kendisini? Dinler açısından ibretlik bir olay, tanrının gazabı olarak dillendirilse de bu yönden çok fazla etkilendiğimi söyleyemem. Kül katmanları arasından ceset yığınlarını çıkarmak mümkün değildi elbette. O kadar zamanda organik bir yapıya sahip cesetlerden bir eser kalmayacağını düşündüm. Nitekim kül katmanları arasında cesetlerin yerlerinin sadece boşluk olarak kaldığını öğrendim. Yani cesetler taş oldu, taşlaştı diye bir şey yok. Avrupalı bir bilim adamının aklına gelmiş bu boşlukları çimento şerbeti enjekte ederek doldurmak. Bu işlemden sonra sertleşmiş küller temizlenip beton doldurulmuş insan cesetlerinin boşlukları kalıp gibi çıkartılmış (!) Bu suni, betonla doldurulmuş ceset boşluklarını merak eden 2.500.000 kişi en az 15 Euro giriş ücreti vererek her yıl akıyor buraya. Şahsen o paraya bir ristorante'ye gidip "spaghetti di mare" yemek daha cazip geldi bana.

Tren yolculuğu esnasında bu konuyu tartıştık eşimle. İki saat kadar süren yol boyunca kah tünellerden geçtik, kah sisli sahil yamaçlarını seyrettik. Yazın buraları çok daha güzel olmalıydı. Pompei'ye gitmek için kullanılacak banliyö trenlerinde çok hırsızlık oluyormuş. Güneye inildikçe insanların ekonomik ve kültür seviyesi düşüyor. Örneğin okuduğum bir blogta Napoli sokaklarının çöpten geçilmediği, balkon ve pencerelerden çamaşırların sarkıtıldığı anlatılıyordu. Çantamdan kitaplarımızı çıkarıp okumaya başladık Napoli'ye varıncaya dek.

İstasyondan dışarı çıkıp ara vermeksizin yağan sağanak altında yürümeye başladık. Özellikle zenci nüfusun yoğunlaştığı bir bölge burası. Bu yağmurun altında Pompei ne gezilirdi ya (!) Eşimin hava durumuna bakarak Pompei ısrarından vazgeçmesi hiç de zor olmadı. Şehrin turistik bölgesi Centro Storica denilen bölgenin ortasından geçen yaklaşık iki kilometre uzunluğundaki Spaccanapoli caddesi boyunca ilerledik. Yağmur altında bir taraftan şemsiyemizi tutarken diğer taraftan telefonumuzdan aldığımız kılavuzluk hizmeti, bilgi notlarımıza bakmamız canımızı sıkıyordu. Spaccanapoli isminde bir cadde göstermiyordu Navigasyon. Napoli'yi bölen anlamındaki bu sözcük birbirinin ardında uzanan Vicaria Vecchia, San Biagio dei Librai ve Benedetto Croce caddelerinden oluşuyormuş meğer. Bu üç caddenin kısaltılmış adıymış Spaccanapoli. Sık sık mola verip gideceğimiz yerleri sıraya sokmaya çalışıyorduk. Tarihi şehrin ara sokakları ilgi çekiciydi. Sadece balkonlarda değil sokak aralarında iki direk arasına asılan iç çamaşırlarını gösteriyordum eşime. Böylesine turistik bir şehre yakıştıramadık doğrusu bu manzaraları. Yağmur şiddetinden bir şey kaybetmiyordu. Bir kafeye girip mola verdik. Kurabiye büyüklüğünde bir kek için üç euro ödemek aptalca geldi. 
Sokak denebilecek dar caddeler arasında dükkanları gezdik. Biraz alışveriş yaptık. Centro Storico'ya oradan da Piazza del Plebiscito meydanına geçtik. Piazza kelimesi İtalyanca meydan demek. Pek çok yerde irili ufaklı birçok meydan var bu memlekette. Karnımız acıkınca ilk "spaghetti di mare" mi yemek üzere gözümüzün kestiği bir restorana girdik. Genel olarak liste ve fiyatlar kapı girişlerinde yazılı. Eşim pizza söyledi. Ben deniz mahsullü spagettimin yanında bir de yerel bira istedim. İtalyan mutfağına hayranım. Eşim benimle aynı fikirde olmadığını söylüyor. "Ne varmış yani, pizza, pasta dedikleri makarna ve unlu mamuller... Hepsi karbonhidrat." Gel gelelim Sophia Loren aynı fikirde değil bu konuda. Ünlü aktristin spagetti hakkında sözleri İtalya'da yemek yediğimiz restoranın duvarını süslüyor. "tutto quello che vedete lo devo agli spaghetti", yani "gördüğün her şeyi spagettiye borçluyum"   

Yolumuz üzerinde rastladığımız bazilika, kiliseleri geziyoruz. İlginç bulduklarımızın fotoğrafını çekiyoruz. Bunlar arasında en çok ilgimizi çeken devasa yapısıyla Napoli Katedrali yani diğer adıyla Basilica di Santa Maria Assunta oluyor.

Yine Napoli'nin meşhur caddelerinden Via San Gregorio Armeno üzerinde yer alan ve aynı adı taşıyan kilisede salı sabahları 09.30 - 10.30 saatlerinde "akan kan" mucizesine tanık olacağımıza dair gezi notları okumuştum. Kilisenin önüne geldiğimiz salı günü saat tam da 09.30'u gösteriyordu. Meryem'in sırt üstü uzanır vaziyette yatan İsa'nın üzerine eğilmiş bir heykeli yer alıyordu kilisenin bir köşesinde.



İsa'nın çarmıktan yeni indirilmiş hali olmalıydı bu. Zira el ve ayaklarının çarmıha çivilendiği yerlerindeki yara izleri belirgindi. Vücudunun üzerindeki kesiklerden kan renginde kırmızı boya akıtılmıştı. Muhtemelen hava şartları sebebiyle kilise görevlisi boya şişelerini yetiştirememiş olmalı ki şahsen biz akan kana maalesef şahit olmadık. Aslında niyetimiz ciddiydi, böyle bir mucizeyi görüp imana gelmemek mümkün müydü? 

Kiliselerden çıkıp sağanak yağmurla yeniden yüzleştik. Tek şemsiye hem eşimin hem de benim yarı bedenlerimizi yağmurdan ancak koruyabiliyordu. Su birikintileri arasında seke seke ilerlerken şansımıza söyleniyorduk. "Hadi yeter artık bu kadar, yoksa ikimiz de hasta olacağız." dediğinde eşim, dönüş tren saatine daha 3,5 saat vardı. Bu ahval ve şerait içinde bir an önce Roma'ya otelimize dönsek iyi olacaktı. Birbirine benzer dar sokaklar arasında ilerlerken yolumuz üzerinde olduğu halde görmeden geçtiğimiz bir yer kalmasın diye elimizde telefon, kendimize yön belirliyorduk. Yağmur altında yol uzadıkça uzuyordu. Telefonumu sık kullandığım için bu kez her zamanki gibi pantolonumun ön cebine koymak yerine paltomun cebine attım. Çantamdan bilgi notlarımı elime aldım. Acaba bilet saatini öne almak mümkün olacak mıydı? İstasyona 100 metrelik bir mesafe kalmıştı. Bilet satış yerinde uzunca bir kuyruğu görünce önünde kimse beklemeyen danışma yazılı bankoya yanaştık. Biletimizi öne almak istediğimizi söyledik. Orta yaşlı görevli adam "maalesef" dercesine başını sağa sola salladı, İngilizce "Biletiniz fırsat bileti, bu yüzden değişiklik yapamayız." dedi. Eline aldığı biletimizi geri vermemesi hala bir şansımız olduğunu düşündürüyordu. Sohbete başladık. Nereden geliyorsunuz? Ne yapıyorsunuz? gibi sorular soruyordu. Nihayet "Size bir şartla yardımcı olurum." dedi. "Neymiş bu şart?" diye sordum. Güzel İzmir'inizin sahilinden çekilmiş bir fotoğraf gönderirsen işinizi halledeceğim." dedi. Bana üzerinde e-mail adresi bulunan bir kartvizit uzattı. "Elbette gönderirim." dedim. Biletin üzerine yarım saat sonra kalkacak trenin numarasını yazdıktan sonra kaşeleyip imzaladı. Teşekkür edip yanından ayrılırken arkamdan sesleniyordu. "Bak fotoğraf göndermek zorunda değilsin, ama gönderirsen sevinirim."

İstasyonun içinde bir yer bulup beklemeye koyulduk. Bir ara cebimi yokladım, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. "Telefonum sende mi?" Bazen elimde bilgi notları vs. olunca eşime veriyordum tutsun diye. Şaşırdı, biraz uzatarak "Hayıır." dedi. Cepleri, çantaların içini didik didik ettik, yok. "Eyvah, telefonu çaldırdık galiba." dedim can sıkıntısıyla. Tren saati iyice yaklaşmış, ben çaresizlik içinde ceplerimi yoklamaya devam ediyordum hala. Ne yapacağız şimdi? Trene bindik, Roma'ya varıncaya kadar başka bir şey yoktu aklımda. İki ay bile olmamıştı telefonu alalı. Roma'ya, otelimize döndük. Oda temizlenmiş, yeniden düzenlenmişti. Oysa üç günümüzü geçireceğimiz odamıza biz ayrılıncaya kadar kimsenin girmeyeceğini sanıyorduk. Eşimi otelde bırakıp dışarı fırladım. Birkaç yere gidip hani belki açıp bir cevap veren olur umuduyla telefonumun numarasını çevirmeyi denedim. Hiç kimse yardımcı olmadı. Eşimin telefonu yurt dışına açtırılmadığı için bir başka telefonla bunu halletmeliydim. Eğer düzgün birinin eline geçtiyse Napoli'ye dönüp almayı bile göze almıştım. Telefon bulsam bile bu yeterli olmayacaktı. İyimser bir ihtimal de olsa telefonumu biri açacak ancak İtalyanca konuşunca ben bir şey anlayamayacaktım. Birisi "Git, telefon şirketlerinden birini bul, sana yardımcı olsun." dedi. Ne yazık ki oradan da bir netice alamadım. "Parası neyse vereceğim yardımcı olun". desem de oralı olmadılar. "Yakınlarda bir polis karakolu var oraya git, derdini anlat." dedi telefoncu. Carabinieri dedikleri polis istasyonunu buldum. İçerisi biraz kalabalıktı. Sıra bana gelince polis memuruna durumu anlattım. Telefonumun seri numarasını sordular. Nereden bileyim ben şimdi seri numarasını. "Bilmiyorum." dedim. "O zaman rapor tutamayız." dediler. Nöbetçi polis bir yere telefonuyla mesaj çekti. Gelen cevabı bana göstererek, "Bak görüyorsun, seri numarası olmadan işlem yapamıyoruz." dedi.  "Ne yapmam lazım, telefonu unutayım mı şimdi? Yapılacak bir şey olmadığını söylüyorsunuz." Beklememi istedi biraz. Bir başkasının işiyle meşgul oldu bu arada. Sonra bana dönüp emniyet müdürlüğünün saat 20.00'ye kadar çalıştığını istersem oraya müracaat edebileceğimi söyledi. "Eğer sonuç alamazsan yarın saat 09.00 da yine buraya gel." dedi. Yaklaşık iki kilometrelik bir yoldu tarif edilen adres. "Sora sora Bağdat bulunur." hesabı kapanış saatinden önce vardım istenen adrese. Girişi zor buldum. Kocaman demir bir kapı kapalı durumdaydı. Kapının yanında bir zil ve megafon bulunuyordu. Zili çaldım. Karşıdaki ses mesainin bittiğini söyledi. "Ama beni diğer karakoldan gönderdiler ve saat sekize kadar çalıştığınızı söylediler." dedim. "Hayır kapalıyız bu saatte, yarın gelin." dedi yüzünü göremediğim adam. 

Çaresizlik içinde oteli bulmaya çalışıyordum. Hatta o kadar karışık sokaklardan, meydanlardan geçince yolumu kaybettim. Uzakdoğulu bir gence adres sordum, "Şu karşıdan geçen tramvaya bin seni istediğin yere götürür." dedi. Yok ben yürümek istiyorum. Genç çocuk "Bilete gerek yok, bin git." dedi. Ben ısrar edince "O zaman tramvay raylarını takip et, seni götürür." dedi. Böylelikle oteli buldum. Yağmurlu Napoli sokaklarını arşınladıktan sonra bu spor fazla gelmişti ama ben cebimdeki telefonu nasıl çaldırdığımın muhasebesini yapıyordum kafamda hala. "Şimdiye kadar bir şey çaldırmadıysan o senin şanslı olduğunu gösterir." diyordu eşim. Belli ki bugün şanssız günümdü Kızımı aradık telefonla. Benim telefon numaramı çevirip aramasını söyledik. Dönüp "Çalıyor ama cevap veren yok." dedi. Bir müddet sonra telefon çalmaz olmuş. Belli ki sim kartını çıkarmış hırsız. Artık ümit kalmadı. Kızım servis sağlayıcı ve benim aramda konferans yapıp telefonun çalındığını ve hattı geçici olarak görüşmelere kapatmak istediğimizi söyledi. Yetkiliyle görüşüp hattı kapattık. Bunca olandan sonra kitap okumak ne mümkündü. Geç vakitlere kadar "Nasıl çaldırırım ben telefonumu?" deyip durdum kendi kendime. Odanın caddeye bakan penceresini araladım. Yağmur şiddetini iyice kaybetmişti ama Roma'nın yarın yine yağışlı olduğunu gösteriyordu hava tahmin raporları. 

19 Şubat 2018 Pazartesi

ROMA I

05/02/2018 Pazartesi,
İzmir, İstanbul, Roma

İtalya gezimizin tarihi yaklaşınca bir heyecan sardı beni. Aslında hemen her şeyi çok önceden planlamıştım. Bir ikisi dışında bütün otel rezervasyonları yapılmış, şehirler arası tren biletleri internet üzerinden alınmıştı. Havaalanından şehre transfer için otobüs biletlerine kadar...

Yola çıkmadan bir gün önce bilgisayarıma kaydettiğim bilet ve rezervasyon bilgileri ile gezeceğimiz yerler hakkında resimli kısa bilgi notlarının çıktılarını aldım. Yanımda nasıl olsa cep telefonum var deyip bunları yapmayabilirdim de. Yine de ne olur ne olmaz deyip işimi sağlama almak doğru olacaktı. Önceden hazırladığım üç sayfalık bilgi notu benim için en önemlisiydi. Zira uçak biletlerinin rezervasyon ve PNR numaraları, uçuş bilgileri, otellerin isimleri ve booking.com rezervasyon numaraları, tren biletlerinin tarih, saat ve yolculuk sürelerini belirten bilgileri tarih sırasına göre yazmıştım bu notlarıma. Tren ve otobüs biletlerinin çıktılarını alıp son kontrollerimi yaptım. Bu esnada Roma Fiumicino havaalanı ile şehir merkezi arası yolculuk en az bir saat süreceğinden dönüşte otobüs saatini en az bir saat öne almam gerektiğini fark ettim. Bunu düzeltmem gereken bir iş olarak not ettim.

Elimizdeki valizlerle sabah erkenden yola çıkmamız gerekiyordu. O saatlerde İzmir'de metro çalışmadığı için arabamızı Gaziemir metro istasyonunun yakınlarında bir sokağa bıraktık. Zira havaalanı otoparkını kullanmak oldukça tuzluya kaçacaktı. Şans eseri arabamızı park ederken hemen yanımızda yolcu indiren bir taksi gördük. Hemen o taksiye atlayıp Adnan Menderes Hava Limanına attık kendimizi. Hafiften yağmur çiseliyordu. Yaklaşık iki ay önce İstanbul'a en uygun bileti Sun Express şirketinden bulmuştum. Şubat ayının beşinci günü adı geçen şirketin yönünü İstanbul Sabiha Gökçen havaalanına çeviren uçağıyla  İtalya seyahatimiz başlamış oldu.

Bu arada eşimin ve benim cep telefonlarımıza gezimiz boyunca çok faydasını göreceğimiz "Here WeGo" adındaki navigasyon programını indirmişti kızım. Bu sayede göreceğiniz yerlerin adı ve adresi olduktan sonra haritaya hiç gereksiniminiz kalmıyor. Sadece internet olmaksızın kullanabilmek için hangi ülkede kullanacaksanız o ülkenin haritasını önceden indirmeniz gerekiyor.

Pek zaman bulacağımızı düşünmesem de yanımıza iki kitap aldık. En azından yolculuklarımız esnasında okuruz diye. Eşim her ikisini de okumaya başlamış. İki kitabı aynı anda okuyanlara hayranım. Bunlardan biri Osman Balcıgil'in kaleme aldığı "İpek Sabahlık" diğeri ise Susan Abulhawa'nın "Filistin Sabahları". "Hangisini istersen okuyabilirsin." demişti eşim. Tercihim "İpek Sabahlık" tan yana oldu. Bu kitap hakkında değerlendirmemi ayrı bir yazıda kaleme almayı düşünüyorum. Uzun bir ara verdiğim okuma alışkanlığıma yeniden kavuşmamın heyecanını da yaşıyordum bu seyahatle birlikte.

Açık söylemek gerekirse bu yazım tam anlamıyla bir gezi rehberi kıvamında olmayacak. Zira hazırlık döneminde gezeceğimiz, göreceğimiz yerlere ilişkin çok sayıda gezi bloğu okudum, vlog izledim ve internet üzerinde araştırma yaptım. Çok faydalandığım güzel ön bilgilerdi bunlar. Nereleri gezmeli, nerelerde yemeli, neler yapmalı türünden. Ben ise kendi yaşadıklarımı sohbet tarzında yazacağım.

İstanbul'dan Pegasus Havayolları uçağı Roma semalarında süzülürken saat farkından dolayı iki saat kazanmamızın keyfine varırken kaptan pilotumuz ne yazık ki havanın yağmurlu olduğunu anons ediyordu.  

Uçaktan inip pasaport kontrolünden geçtikten sonra valizlerimizi alıp Bus Shuttle otobüslerinin kalktığı yöne doğru ilerledik. Olası rötarları düşününce tedbir olsun diye otobüs biletini bir buçuk saat geç almıştım. Yetkili alışkın olduğu bu durumu normal karşıladı ama kalkmak üzere olanda yer kalmadığından dolayı yarım saat sonra kalkacak otobüse aldı bizi. Bir saat süren yolculuktan sonra Roma Termini tren istasyonunda indik. Kalacağımız otel bu noktaya sadece 200 metrelik bir mesafede. İstasyonun önünde bir sağa bir sola bakarken aklımıza "Here WeGo" geldi. Hemen cep telefonumuzu çıkardık. Otelin adını girdik. Başlat düğmesine basınca bizi gitmemiz gereken yönü gösterdi. XIX. yüz yıldan kalan tarihi binaların yer aldığı geniş Via Cavour caddesinde ilerlerken yağmur çiseliyordu. Telefon "Hedefinize ulaştınız." diye anons etmesine rağmen görünürde otelin adını yazan ne bir tabela ne de bir işaret vardı. Bulunduğumuz yerdeki bir restorana sorduk otelin nerede olduğunu. "Bilmiyoruz." cevabını alınca eşim panikledi. Yanımdaki bilgi notlarından adrese ve kapı numarasına baktım. Alt kattaki dükkanların kapılarında biri eski biri yeni olmak üzere ikişer numara vardı. Kocaman kapılı iş hanına benzer bir binanın önünde aradığımız numarayı bulduk. Kapının yanında yer alan zil etiketleri arasında otelin adı yazılıydı. Zile bastık, beklemeye koyulduk. Cevap alamayınca eşim söylenmeye başladı. "Nasıl bir otel burası böyle?" Roma'da eski evlerden bozma kat otellerinden biri olmalıydı. Zile tekrar bastık, kapı açılınca rahatladık. "Elimizdeki valizlerle birlikte asansörün üçüncü kat düğmesine bastık. Asansör üç kişilik olmasına rağmen küçücük kabinine valizlerimizle birlikte zor sığdık. Rastgele bastığımız üçüncü kat düğmesi sekiz numaralı dairenin katına denk gelmesi bir şanstı. Otelin kapısına gelmiştik ama kapıyı açan kimse olmadı. Yan tarafta elektronik bir şifre yardımıyla açılan kapıdan içeri girmek mümkün görünmüyordu. Eşim yine başladı söylenmeye. Kapının üzerine iliştirilmiş bir kağıt üzerinde Check-in yapmak için aranması gereken numara yazılıydı. Telefonumu değiştirdikten sonra yurt dışı görüşmelerine açmadığım geldi aklıma. Eşime kapıda beklemesini hemen bir çözüm bulacağımı söyledim. Kağıdın üzerindeki numaranın resmini çektim telefonuma. Hemen dışarı çıkıp alt kattaki restorandan telefonlarını kullanmak istedim. Bunu yapamayacaklarını söylediler. Hemen yanında doğulu olduğunu düşündüğüm bir pizzacıya girdim. Adam Bangladeşliymiş. Sabit bir telefon gösterdi. "Oradan arayabilirsin." dedi. Numarayı çevirdim. "Pronto" diyen bir hanımefendi çıktı karşıma. Durumu anlattım, kapıda beklediğimizi söyledim. "Hemen geliyorum" dedi isminin sonradan Julia olduğunu öğrendiğim kız. Eşimin yanına çıktım ve beklemeye başladık. Beş dakika geçmeden Julia geldi. Son derece kibar bir şekilde karşıladı düzgün İngilizcesiyle. Odamızı gösterdi, kapının şifresini, internet parolasını söyledi ve giriş holündeki mutfağı kullanabileceğimizden bahsetti. Roma'nın turistik yerlerini ve metro planını gösteren bir harita verdi. Otel paralarını ödediğimiz için sadece kişi başı günlük 3,5 Euro olan şehir vergisini ödedik, hemen faturamızı düzenleyip uzattı. Kendisine teşekkür ederken dönüşümüzde aynı otelde bir gün daha kalacağımızı söyledim. Odanın temizliğini görünce eşim yanmakta olan korun üzerine su dökülmüş gibi sakinleşti. Gerçekten bembeyaz çarşaf ve yastıklar, pırıl pırıl bir banyosu vardı odanın. Hemen telefonlarımıza şifreyi girdik. Gayet güzel bağlandık internete. Vakit henüz erken olmasına rağmen hava kapalıydı. İnceden yağmur serpiştiriyordu dışarıda. Klimayı çalıştırdık. Odanın içi ısındı. Buradan Roma deyince ilk akla gelen Colosseum'un bulunduğumuz yere mesafesi sadece 1.400 metre olmasına rağmen eşim oraya kadar yürüyemeyeceğini söyledi. Roma'da her ne kadar güzel bir metro sistemi olsa da yürüyerek gezilecek bir şehir. O kadar çok tarihi yapı var ki. Her durakta en az bir iki tanesini görebilirsiniz. Ertesi gün, sabah erkenden Napoli'ye gideceğimizi dikkate alıp bugün görülecek yerlerin bir kısmına gideceğimizi düşünmüştüm ben oysa. Ne var ki eşimin daha ilk günden ayak ağrısı çekmesini göze alamazdım.
Yanımızda götürdüğümüz şemsiyeyi açıp çıktık otelden dışarı. Bize en yakın yapı olan Basilica Papale di Santa Maria Maggiore bulunduğumuz yere sadece 200 metre mesafedeydi. Papa, Meryem'i görmüş rüyasında. Bir kilise inşa ettirmesini istemiş işaretleyeceği yerde. Yaz günü Esquilini tepesine bembeyaz kar yağınca "Tamam" demiş papa "İşte Meryem validemizin istediği yer burası." Bu bazilikanın işte böyle bir öyküsü varmış. Roma kiliselerden geçilmiyor. Hepsinden tarih ve sanat fışkırıyor. Pek çoğunda tanınmış heykeltıraş ve ressamların heykel ve tablolarına duvar ve tavan süslemelerine rastlamak mümkün. Her resim ve figürün ayrı bir anlamı var. Bunların tam anlamıyla hakkını verebilmek ve anlamak için özellikle Hristiyan dinini ve sanat tarihini bilmek gerek.  Oysa apayrı bir ihtisas konusu olan bu işe hiçbir zaman heves etmedik. Bazilika, kilise, şapel ve vaftizhanelerin içleri ayrı dış görünüşleri ayrı güzel. Bu tür yapıların yanı sıra Roma deyince akla meydanlar ve çeşme dedikleri heykellerle süslü havuzlar geliyor. Bizim yaptığımız bu devasa yapıları, içindeki heykel ve tabloları, süslemeleri hayranlıkla  seyretmekten başka bir şey değil. Kiliselerin bizim açımızdan bir başka faydası da yorulduğumuzda sıralarına oturup biraz dinlenmemiz ve bir sonraki durağımızı belirlememiz için imkan sağlamasıydı. Bugün ziyaret ettiğimiz ikinci bazilika Basilica di San Pietro in Vincoli oldu. Michelangelo'nun ünlü Musa heykelini burada görmek mümkün. Havanın yağışlı olması durumunu dikkate alarak diğer önemli yerleri sonra gezmek üzere otelimize dönmeye karar verdik. Sabah erkenden kalkmalı, Napoli trenini kaçırmamalıyız. Kahvaltılıklarımızı Türkiye'den götürdük. İki otel dışında oda ücretlerinde kahvaltıyı hariç tuttuk. Otellerde kahvaltı zaten en erken 07.30'da başlıyordu. Oysa bu saatler bizim tren hareket saatlerimize denk geliyordu. 

Otelin bulunduğu cadde üzerinde bir pizzacıda karnımızı doyurduktan sonra eşimi odaya bırakıp biraz market alışverişi yaptım ve bu her bulunduğumuz şehirde adet haline geldi. Market fiyatları restorana ya da kafelere göre daha uygun olsa bile Türkiye ile mukayese edildiğinde oldukça yüksek. Meyve fiyatları dört beş katına kadar çıkarken muz en ucuz olanı bu memleketin. Aşağı yukarı bizdeki fiyatlar seviyesindeydi. Yarım kiloluk meyveli yoğurt ve litrelik kolayı üç-üç buçuk Euro'ya alabiliyorduk. Yanımızda bolca üçgen eritme peyniri, zeytin, bisküvi ve atıştırmalıklar hayli işe yaradı. Odaya döndüğümde eşimle her gece müptelası olduğumuz TV2 de yayınlanan "Kelime Oyunu" nu buradan da izlemek çok hoşumuza gitti. Odamızda mevcut televizyonda bütün uydu kanalları İtalyanca yayın yaptığı için cep telefonumuz imdadımıza yetişti. Otele dönünce diğer bir etkinliğimiz kızımızla yaptığımız görüntülü whatsapp görüşmeleriydi. Zaman zaman Venüs'ü görmek de mümkün oluyordu bu sayede. Ardından yaptığımız sohbetin hem bir sonra gezeceğimiz yerler hakkında hem de okuduğumuz kitaplar üzerine oluyordu. Genellikle eşim bu sohbetlerin ardından uykuya teslim oluyor ben ise geç vakitlere kadar İpek Sabahlık romanını okuyordum. 

17 Şubat 2018 Cumartesi

YENİDEN MERHABA

Uzunca bir aradan sonra yeniden dönüyorum sözcüklerimin arasında kaybolmaya. Başlangıçta hiç önemsemiyor gibi görünsem de bir şeyi sonlandırmak onu başlatmaktan daha zormuş. Taş Ev'i kapatalı iki buçuk ay oldu. Su gibi geçti zaman. Kararımızın hemen ertesinde yapmıştık programımızı. Evet, güzel bir yurt dışı tatili iyi gelecekti. Eşimin ısrarla görmek istediği İtalya'ya gitmeye karar verdik. İtalya'dan sonra İspanya'ya geçmeyi aklımdan geçirdiysem de sonradan vazgeçtim. Zira daha önce defalarca gittiğim Roma ile sınırlı kalmayacaktı seyahatimiz bu kez. Kızım uygun bir Roma bileti ayarladı bize. Ondan sonraki hafta aheste bir şekilde tur programı üzerinde yoğunlaştım. 

Belki son gidişimiz olacaktı bu güzel ülkeye. Elimizden geldiğince görülmeye değer şehirlerini gezmek isabetli bir karar gibi göründü. İtalya haritasını açtım önüme. Roma'dan sonra sırasıyla Napoli, Bolonya, Venedik, Milano, Cenova, Pisa, Floransa şehirlerini ziyaret etmeyi planladım. Önce uçak ve tren biletlerini internet üzerinden almakla başladım. Kalacağımız otelleri booking.com dan araştırırken temizlik ve mümkün olduğu kadar tren istasyonlarına yakınlık değişmez kriterlerimdi. Zira şehirler arası yolculuklarımız hep hızlı trenlerle olacaktı. Milano'dan Cenova'ya geçerken Pisa kulesini görmeden yapamazdık. Eğik kulesinin yanı sıra Pisa'da gezilecek görülecek bir çok yer olduğunu öğrendim. İşte bu yüzden Pisa'dan Floransa'ya geçerken tren biletimizi oradan almak daha mantıklı geldi. Elimizdeki bavulları istasyonda emanete bırakabileceğimizi düşündüm. Pisa'dan sonra Floransa'ya ne kadar zamanımız kalacak bilemediğimden Floransa-Roma dönüş yolculuğumuzu nasıl yapacağımız konusunu da sonraya bıraktım. İlk üç gecenin birini Napoli'ye ayıracağımızı düşünürsek kalan bir buçuk gün Roma için yeterli olacak mıydı? Son günü yine Roma'ya ayırırsak Pisa ve Floransa şehirlerinin her ikisini bir günde gezebilir miydik? Bu soruların cevabını zamanı geldiğinde bulmak dışında gezimizin ana hatları belli olmuştu.

Tamı tamına on gün sürecek bu seyahatimiz Taş Ev'den sonraki yaşantımızı nasıl sürdüreceğimiz konusunda bir bekleme dönemine soktu bizi. Sadece seyahat değildi bu bekleyişimizin nedeni. Kızım uzman olduktan sonra yeniden zorunlu hizmete gidecekti. Bu arada o da bir arkadaşı ile birlikte Uzakdoğu gezisi planlamıştı. Yola çıkacağı günlerde bir şanssızlık olmuş, Bali'deki aktif yanardağ harekete geçmiş, lav ve kül püskürtmeye başlamıştı. Birkaç günlüğüne adanın hava alanı da trafiğe kapatılınca -bizim de ısrarımızla- tatil planını değiştirmek zorunda kaldı. Bali yerine Malezya'yı programına alırken göreceği ikinci ülke Tayland olarak kalmıştı. Tam da ülkemize döneceği gün belli olacaktı münhal kadrolar.

Kızımın tatil dönüşünde açıklanan yerlerin hepsi birbirinden beter görünüyordu. Hakkari Çukurca mı ararsın, Tunceli Ovacık mı yoksa Çemişgezek mi? İçlerinde en iyi yer Afyon Bayat ve Adana'nın Feke ilçe devlet hastaneleriydi. Eğer tayini doğuda, hele hele terörün kol gezdiği yerlerden birine çıksa biz de onu yalnız bırakmayacaktık elbette. Kötülerin arasından görece iyileri seçerek yaptı tercihlerini. Bir hafta sonra tayin yeri belli oldu. Adana'nın en uzak ilçelerinden biri olan Feke olmuştu yeni iş yeri. Havaların güzel gitmesini fırsat bilip Feke'yi görmeye gittik hep birlikte. Küçük bir ilçe ama insanları son derece sıcak ve konuksever. Anlaşılan içimiz rahat bir şekilde yanında olmasak da zorunlu hizmetini tek başına burada tamamlayabilecek. Köylere gitmesi durumu endişelendiriyor sadece beni. Zira köylerin rakımı yüksek ve yolları pek de emniyetli görünmedi gözüme.

Taş Ev'i kapattıktan sonra her akşam arayıp rezervasyon yaptırmak isteyenler eksik olmadı. Burası küçük bir yerleşim yeri olmasına karşılık bu aramaların halen sürmesi tuhaf. Bunun bir nedeni facebook sayfamızı hala kapatmamış olmam belki de. Taş Ev'i kapatmış olsak da facebook sayfasını kapatmak gelmedi içimden. Bu arada eşim ve ben bir türlü zaman bulamadığımız diş tedavilerine başladık. Haftanın yarısı İzmir'de geçmeye başlamıştı artık. İtalya seyahatine kadar bu böyle gitti ama daha işlerin yarısındayız sanırım.

Taş Ev'in faaliyetlerini sonlandırma kararımızdan sonra bir ayı aşkın bir zaman içinde her gün yaylaya çıktım. Zira Venüs'ü Fifi'yi ve tavukları beslemek zorundaydım. Yaylada sevgili dostlarımla en az iki saat geçiriyordum. Venüs'ü bu süre zarfında serbest bırakıp ayrılmadan önce yeniden bağlıyordum. Bunun nedeni onun tavuklara olan düşkünlüğüydü. Nihayet tavuklara bir talip çıktı ve hepsini elden çıkardım. Aynı günün akşamı kızım yurt dışına çıkacaktı. Telefonla görüştük. Her zaman olduğu gibi Venüs'ü sordu. Tayini nereye çıkarsa çıksın onu yanına alacağını söyledi. Tavukları gönderdiğimize göre bahçede tehlikenin kalmadığını ve Venüs'ü artık bağlamama gerek bulunmadığını söyledim. Her seferinde serbest bırak diyen kızım nasıl olduysa bu kez bağlamamı istiyordu. Buna rağmen o akşam serbest bıraktım Venüs'ü. Ertesi günü yaylaya rutin ziyaretimi yapmak üzere bahçe kapısından içeri girdim. Ortada ne Venüs ne de Fifi görünüyordu. Yanında Fifi olduktan sonra gözüm arkada kalmazdı. O kadar seslenmeme aramama rağmen ortaya çıkmadılar. Neyse, özgürlüğün tadını çıkarıyorlar, yarın dönerler acıkınca dedim kendi kendime. İkinci gün Fifi beni karşıladı ama Venüs hala yoktu. İki köy arasında her gördüğüme sordum, bağırdım çağırdım ama nafile çabalardı bunlar. Kızıma ne derim ben şimdi? Her gün yukarı çık saatlerce bağır, bağır yok. Fifi'yle birlikte yol boyu Venüs'ü aradık günlerce. Aradan bir hafta geçmesine rağmen hiç bir ize rastlamadık. Kızım Uzak Doğu seyahatinden döner dönmez Venüs'ü sordu ilk olarak. Venüs'ün bir haftadır kayıp olduğunu söylerken ona sahip çıkamamanın ezikliğini hissettim. Hem de bağlamamı istediği halde ben onu dinlememiştim. İzmir'den yola çıkıp atladı geldi. Sağanak yağmur altında "Venüs" diye bağıra bağıra akşamı ettik yine yok. Artık ümidi kesmeye başlamıştık. Ya yabani hayvanlara yem oldu, ya da çaldılar. Yoksa o kadar zaman geri dönmez miydi? Nereden bulurdu yiyeceği, hiç mi acıkmadı onca zamandır? Yolunu mu kaybetti de dönemedi? Bütün bu olasılıklar arasında en iyisi çalınmış olmasıydı. "Çalanlar ona iyi baksalar bari." diye düşünmeye başladık. Kızım göz yaşlarına boğuluyordu. Buruk bir şekilde eli boş döndü İzmir'e.

Aradan sadece bir gün geçmişti. Ben her gün yaylaya çıkmaya devam ediyor, hem Fifi'yi besliyor hem de Venüs'ü aramaya devam ediyordum. Boynundaki tasmasında adı ve telefon numaram yazılı olduğundan iyi insanlar mutlaka arayacaklardı. Eve yine bir gelişme olmadan döndüm. Şimdiye kadar aranmadığıma göre vahşi hayvanlara yem olmasından endişe etmeye başladığım sırada telefonum çaldı. Arayan Kaplan köyünde yaşayanlardan biri. "Gel, şu köpeğini al köyde tavuk bırakmayacak." diye bağırıyordu. Hemen tutup bağlamalarını, sakın ola kaçırmamalarını söyledim. Venüs'ün bulunması mucize gibi bir şeydi. Hemen fırlayıp bir solukta çıktım yaylanın virajlı yokuşlarını. Köye varır varmaz onu demir bir kapıya iple bağladıklarını gördüm. Köylü kadınlardan biri, bizimkinin ağzından tavuğunu kurtarsın diye ellerinin kan içinde kalmasına aldırmamış görünüyordu. Venüs beni görünce sevinci görülmeye değerdi gerçekten. Üzerime sıçrayıp durdu. Üzerindeki çamura aldırmadan ben de sarıldım kucakladım. Gözlerimle görmeden kızıma müjdeyi vermeyecektim. Arabamın arkasına attığım gibi doğru bahçeye götürdüm. Facebook hayvan dostları grubuna kayıp ilanı vermiştik. Kızımı aradım. "Bak aklıma ne geldi. Venüs'ü bulana bir ödül koysak nasıl olur?" O da mantıklı bulunca bu önerimi, devam ettim. "Mesela ne olabilir bu?" deyince "Bin lira olabilir." diye cevapladı sorumu. "Peki, o zaman." dedim. "Hazırla bin lirayı, Venüs'ü buldum."

Çığlık çığlığa kapattı telefonu. "Hemen geliyorum." Ne yağmura, ne akşamın karanlığına aldırdı ve çıktı yola. Yaylaya çıktık onun arabasıyla. Benim üçüncü çıkışım oluyordu bu. Venüs'le uzun uzun hasret giderdikten sonra onu alıp evine doğru yola çıktı aynı günün akşamında.

İtalya seyahatiyle ilgili detayları daha sonraki yazılarımda paylaşacağım.