KATEGORİLER

20 Mart 2016 Pazar

MAVİ ÇİÇEKLER


Gün geçtikçe artan terör olayları, patlayan bombalar, ölen, yaralanan insanlar toplumun bütün psikolojisini bozmuştu. Elçilikler kapanıyor, yabancı ülkeler vatandaşlarına bulundukları yerden dışarı çıkmamalarını tavsiye ediyorlar. Bütün bu duydukları onu her geçen gün karamsarlığa itiyordu.

Ne zaman ve nerede patlayacağı belli olmayan bir bombanın hedefi olabilirdi. Sadece kendisi için değil, yakınları için çok daha fazla endişeleniyordu. Her patlama ya da şehit haberinde açıklanan isimleri dikkatle dinliyor, aralarında tanıdık biri olmadığını anlayınca rahat bir nefes alıyordu. Sonra düşünüp utanıyordu kendinden. Ölenler de insandı. Tanıdık olsun ya da olmasın ne fark ederdi.

Yine böyle bir günün sabahı, ruhundaki sıkıntıları azaltmak ümidiyle yürüyüşe çıkmıştı. Hava kapalıydı ancak henüz yağmur yağmıyordu. Böyle havalar oldum olası insanın sıkıntısına sıkıntı katar. Yağmur yağacak olsa ıslanmamak için çaba göstermeye hiç niyeti yoktu. Belki bu sayede içine biraz ferahlık verirdi soğuk damlalar.

Yürüyordu, adımlarının nereye götürdüğünü bilmeden. Sıkıntıdan ateş basmıştı yüzüne. Kafasına takılan bir şey de yoktu adını koyabileceği. Ama karmakarışık bir yumak haline gelmiş sorunlar, aç kurtlar gibi kemiriyordu beyninin içini. Ne geçim derdi ne de aşk acısı. Bunlar değildi onu bu hale getiren. Sadece yarının ne olacağını bilememekti derdi. Avrupa'nın medeni ülkelerini görenlerin en çok gıpta ettiği şeymiş düzen. Neyin nasıl ve ne zaman olacağını çok iyi bilirmiş herkes orada. Hangi otobüsün, hangi duraktan, saat kaçta geçeceği önceden belliymiş. Yıllarca sürermiş bu düzen, dakika sektirmeden. Havasını soluduğu bu ülkede ise hangi banka ne zaman batacak, nereyi su basacak, hangi yalıya gemi çarpacak belli olmadığı gibi hangi bombanın nerede patlayacağı da belli değilmiş.

Her attığı adımın ertesinde ömrünün bir adım daha kısaldığını, bir sonraki adımı atıp atamayacağı düşüncesi içinde, bilinçsizce, başını yukarı doğru kaldırdı. Donuk gözlerle etrafına bakarak sağlı sollu yükselen binaların içinde hummalı bir çalışmanın hız kesmeden devam ettiğini düşündü. Bir hukuk bürosunda yanına arkadaşını alan genç bir kadının boşanma davası açmak üzere beklediğini hayal etti. Eşinden yediği dayaklar muhtemelen canına tak etmiş olmalıydı. Senelerce tek başına cesaret edememiş, daha sonra işyerinden tanıdığı bir arkadaşının baskısıyla vermiş olabilirdi belki kararını.

Hemen alt katta ünlü bir yeminli mali müşavirlik bürosundan fısıltı halinde çıkan sesleri duyar gibi oldu. Daha fazla vergi kaçırmanın yollarını gösterirdi bu bürolar, büyük iş sahiplerine, devlete çaktırmadan. "Öyle bir memlekette yaşıyoruz ki," diye geçirdi aklından, "Yemin ettiriyoruz ama yeminini tutmadığında bir ceza vermiyoruz." Bu dünyada olmasa da öbür dünyada çıkacaktı güya bu yeminin acısı.

Caddenin kenarındaki yalnız bir ağacın dallarından havalanan kuşa takıldı gözleri. Kanatlanıp gözden kayboldu bu gördüğü kuş, yükselip alçalarak, neşeyle. Kuşun yerine koydu kendini. O mu daha mutlu acaba?

Bir anda insanların sayısı artmaya başladı caddede. Garip bir ürkeklik sardı içini. Kalabalık yerlerden uzak durun dememişler miydi? Geri dönmeye çalışsa da ayaklarına söz geçiremedi. Başındaki uğultunun kaynağı kalabalıktan mı yoksa beyninin içinden mi bir türlü çözemiyordu. Ahmakça bir gülümseme yapışmıştı yüzüne. Bunu hissedince elini çenesine koyup gizlemeye çalıştı bu ruh halini.

Kalabalık artıyordu etrafında. İnsanların yüzündeki endişeyi gördü. Bir an önce kaçmak bölgeyi terk etmek istiyorlardı. Bir yandan kalabalığa girmeye çalışıyordu yenileri. Kulağında müzik çalarları ile öğrenciler en masumlarıydı içlerinde. Onların umutları kesilmemişti henüz bu hayattan. Olgun yaşta tombul bir teyze, elinde dolgun  çantası, bir o yana bir bu yana salına salına yürüyordu.  Bir yaşlı çift daha geliyordu meydana doğru, birbirine dayanmış. Gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler. Hepsini, ayrı ayrı gözlemeye koyuldu. Şu esmer, iyi görünümlü, uzun boylu adam bir doktor olmalıydı. Başlarını yeni moda örtmüş  iki tıknaz kadın uzun pardösüleriyle yerleri süpürüyordu.

Ne yapmaya gelmişti sanki buraya. Bir rüyadan çıkmışçasına sorarken kendi kendine, karşıdaki direğe yaslanmış bir kadınla geldi göz göze. Kadın sadece ona bakıyordu anlamsız gözlerle. O gözler esir aldı onu. Çakıldı kaldı yerinde. Bakıştılar uzun bir süre. Beş altı metre vardı aralarında. Gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu kadın. Anlamaya çalıştı, bakışlarını ondan almadan. Kadının gözleri git diyordu, kaç buralardan.

Dakikalarca birbirlerine baktılar. Kadının siyah saçları dağınık, güzeldi gözleri. Üzerindeki pembe ceketle giydiği yeşil eteğin uyumsuzluğu dikkat çekiciydi. Tuhaf bir şekilde kesişmişti yolları. Kadının gözleri değişti birden. O yeşil gözlerinin içinden şimşekler çakmaya başladı. "Madem kendi ayağınla geldin, madem ki gitmek istemiyorsun, kal o zaman, kal beraber gidelim" der gibiydi.

Bir ses duydu derinlerden. Üzerini yokladı, kendi telefonu değildi çalan. Kadın da etrafına ürkek bakışlar atarak hareketlendi birden. Nihayet sesin kaynağını buldu kat kat giysilerinin içinden. Eline aldığında önce elindeki telefona, sonra başını kaldırıp ona baktı. Gülümsedi. Daha sonra kararlı bir şekilde açma düğmesine bastı.

Ardından büyük bir patlama sesi kulakları sağır edercesine ortalığa yayıldı. Onlarca kişinin parçaları havalarda uçuştu . Kaçıştı çığlıklarla insanlar bir sağa bir sola. Yoğun bir sis bulutu yükseldi, masmavi bir ışık önlerini aydınlattı. Kadının o gülümsemesi yapışmıştı sanki yüzüne. Çevrelerinde yirmi kadar kişiyle ayakları kesildi yerden. Masmavi bulutların arasında yükselmeye başladılar hep birlikte.

Kadın da onlarlaydı. Hiçbir şey duymamıştı, ne bir acı ne de sızı. Üzerindeki can sıkıntısı kalkmış hafiflemişti. Yükselmesinin bir sebebi miydi bu? O karamsarlık, gelecek endişesi miydi ayaklarını yere bağlayan? Hiç kimse kızamadı kadına telefonu açtığı için. Kızmak insanlar içindi çünkü. Hep birlikte yükselmeye devam ettiler mavi çiçekler arasında. En sonunda dayanamayıp sordu, yeşil gözlerinden aldığı cesaretle. "Neden?", "Niçin yaptın bunu?" Yeşil gözlerinden iki damla yaş süzüldü. "Kader" dedi. "Seni buraya getiren kader, beni buradan götürdü" Sessiz kaldı diğerleri. Hepsi başını öne eğip razı oldu kaderine.

Derhal önlem alındı olay yerinde, hemen yayın yasağı konuldu. Kesildi bütün sosyal medya iletişim ağları. Yirmi dört kişi can vermiş. Bir de o kadın. Kırktan fazla yaralı varmış. Hiç kimse bilemeyecek orada ne işi olduğunu. Eceline doğru adım adım yaklaştığını, bir girdap gibi terörün içine çekildiğini.
Ancak o bilecek kendisine ağıtlar yakıldığını... 

2 yorum:

  1. Yarım kalan hayatlar, yarım kalan aşklar, yarım kalan umutlar...
    Emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim. Belki toplum olarak hayatımızın en zor döneminden geçiyoruz. Yakın dönemin sağ sol çatışmalarında bile bu kadar zalimce planlara sahne olmamıştı ülkemiz. Bazen insanların Dünya Savaşları sırasında çok daha zor günler geçirdiğini düşünüyorum. E, Suriye'nin hali de malum. Ancak yine dönüp baktığımda bizim gidişatımızın da çok ümit verici olmadığını görüyorum.

    YanıtlaSil